Mikenler Bizim İçin Gerçekten Ne Yaptı? II

Bu yazının ilk bölümünde  Prof. Dr. Fahri Işık’ın Aktüel Arkeoloji sayfasındaki Mikenlerle ilgili iki makalesine dair genel itirazlarımı belirtmiştim (ilk bölüm ve Işık’ın yazısına ait bağlantılar için: https://go.shr.lc/3fpmTI1). İkinci bölümde ise bazı ifadelerini alıntılayıp eleştirilerimi daha ayrıntılı ortaya koymak istedim. Koyu renkli ifadeler Işık’a aittir.

Bu gerçeğe karşın; birbirlerine akrabalık bağıyla bağlı derebeyliklerle yönetilen, gerektiğinde birleşebilen Akha kent devletlerinin tümünün, bir tekinin adıyla ‘Mykenler’ olarak yanlış tanımında ısrar, “alışıldı” gibi bilimdışı bir gerekçeye dayandırılamaz.

İlk bakışta bu doğru bir itiraz gibi görünse de Klasikbilimler ya da tarihle uğraşanlar, gerçek olguları tam anlamıyla yansıtmayan, fakat yerleşmiş, dolayısıyla kullanışlı olduğu için tercih edilen böyle terimlere her zaman rastlarlar. Burada da durum farklı değil. Terimin kapsayıcı olmayışı, bunu kullananların neden bahsettiklerini bilmiyor oldukları anlamına gelmez. Başka alanlarda olduğu gibi bu alanın uzmanları da herhalde “Miken dönemi” ya da “Mikenler” dendiğinde sadece Mykenai’ın veya bir “Miken devleti”nin kastedilmediğini bilecek kadar alanlarına hâkimlerdir! Işık bunun bilimsel bir gerekçeye dayandırılamayacağını iddia ediyorsa, alternatif önerilerini görmemiz gerekir. Aşağıda açacağım üzere sadece Mikenlerin Girit ya da Anadolu’dan “belirli alanlardaki” etkilenmeleri böyle köklü bir yeniden adlandırma için yeterli gelmiyor bana. Ayrıca bunun bölgesel bir kronoloji olduğu da unutulmamalıdır; bu terim belirli bir coğrafyayı tanımlamasından dolayı pratiktir ve Işık’ın tersini iddia etse de özgün bir kültür olarak Mikenlerin, bu kültürü en belirgin şekilde temsil eden Mykenai’den türetilmiş bir isimlendirmeyle adlandırılmalarında bir sakınca göremiyorum.

“Kültür Göçü” olmadan, salt oraya geldiler ve toprağına sahiplendiler diye, MÖ 2000-1500 arası kültür evresine “Orta Hellas Kültürü” demek olmaz; Hellenleri çağrıştırır. Daha yarımadanın güneyine gelmeden, o coğrafyanın MÖ 3. binyıl kültürünü “Erken Hellas” olarak tanımlamak hiç olmaz. Çünkü Hellas, “Hellen yurdu” anlamınadır; bir toprak, gelmeden yurt mu olur? Söz konusu “Hellenler” ise, olurmuş ki eskiçağ bilimi bu tanımda da ısrarlıdır.

Bu zaman aralığı için Miken tanımını zaten kullanamayız, ama Hellen de dememeliyiz anlaşılan. O zaman  ne diyeceğiz? Işık mesela, “Erken Anadolu”, “Geç Anadolu” ya da “Erken Minos”, “Geç Minos” gibi bir şey mi önermektedir? Bunu muğlak bıraktığı için bir fikir yürütemiyoruz. Kaldı ki bu çağlar için “Erken, Orta, Geç Hellas” yerine kültürlere göre bir kronolojinin daha kullanışlı olacağını ve nüansları belirginleştireceğini düşünenler de vardır ve bu önerileri belli bir kesim tarafından benimsenmiştir (örneğin duayen Oliver Dickinson). Erken Hellas için Talioti & Eutresis, Lerna ya da Lefkandi gibi isimlendirmeleri kullananlar hiç de az değildir. Nedense Işık, bir halkın göçle gelip yeni bir toprakta, o toprağın yerel halkını katlederek, köleleştirerek veya yerleşimlerini işgal ederek yerleşme sürecinin sadece Mikenlere ya da Hellenlere özgü olduğunu düşünüyor. Ama bunlar eskiçağda her zaman rastlayabileceğimiz gerçekler; örnek vermeye bile gerek yok. Ayrıca bu sürecin her zaman sancılı olması gerekmiyor; bazı bölgeler ve zaman dilimlerinde müzakereyle, barışçıl bir difüzyonla (Colin Renfrew’un Hint-Avrupa yayılımı böyle bir modele dayanır) gerçekleşebilir. Hititlerin Anadolu’ya yabancı bir Hint-Avrupa halkı olduğu iddiasına (dürüst olmak adına aksini öne sürenler az da olsa var) ne diyeceğiz? Hellenler işgalciyse Hititler ne oluyor? Hitit sanatı her şeyiyle özgün mü? Kısacası, Yunanistan’a yeni bir halk gelmiş ve çok çeşitli alanlardaki birörnek uygulamalarla belirli bir kültürel, siyasi, dini birlik  -Miken kültürü- kurma yoluna girmiştir. Üstelik Hint-Avrupalıların Yunanistan’a ve Avrupa’nın diğer bölgelerine girişiyle gerçekleşen değişimler Hint-Avrupa uzmanı Marija Gimbutas tarafından belgelenmiştir. Yani bir “kültür göçü” olmuştur: gömü geleneklerinin ve hediyelerinin değişmesi, savaşçı bir toplumun belirginleşmesi, ana tanrıça kültünün zayıflaması, yeni kap formları vb. Yine de Işık, sırf Mikenler henüz tam anlamıyla ortada görünmediği için Erken ya da Orta Hellas’ın bu şekilde adlandırılmamasını talep etmektedir, fakat bu coğrafi açıdan da gayet pratiktir, çünkü konu nihayetinde Yunanistan ve buraya gelenler de ileride Miken kültürünü yaratacak “Yunanlardır”. Bu isimlendirmelerin pratik olduğunu, dönem ve kültürler hakkında genel yorumlar ve tanımlamalar için işe yaradığını göz ardı etmektedir Işık. Mesela Güney Yunanistan’da EH II-III arasında, Orta Yunanistan’da EH III sonunda yaşanan kültürel kırılmalar (Carl Blegen ve John Caskey bunları tespit etmiştir zamanında), yeni halkın kademe kademe ilerlemesini gösterir. Yani EH’de zaten yeni bir toplumdan -ister Yunan ister Hellen diyelim- ve onun kademeli yayılımından bahsetmek gerekir. Özetle, tarihi çağları kültürlerin ne kadar yaratıcı olduklarına göre belirleyemeyiz ve belirlemiyoruz zaten (en azından ben tamamen böyle kurulmuş bir kronoloji bilmiyorum). Mesela çanak çömlek formları ve bezemeleri her yerde bulunan dayanıklı malzemeler ve kısmen de kültür değişimlerine işaret ettiği için tercih edilir. Bezemelerdeki değişim göreli kronoloji sağlar, ama Mikenlerin durumunda, anlaşılan yaratıcı olmadıklarına göre ETÇ-OTÇ ve Miken keramiğine dayalı Yunanistan Tunç Çağı kronolojisi için mesela “Minos” terimini mi tercih edeceğiz? Bu Yunanistan da bırakın “sömürücü” bir kültür olduğunu, hiç yeni bir kültürün bulunmadığı anlamına gelir. Kısacası Hellenlere Hellen diyememek gibi bir sorunumuz var; kendilerine ait bir kültür yaratamamanın çaresizliğiyle Anadolu ve Girit’e adanmış bir “güruh” var, ama bunlar kültür değil. Yunanistan’daki bütün o sitadeller, surlar vs. hepsi çalıntı; biz olmayan bir kültüre ad veriyoruz, zira Işık’a göre sanatınız, mimariniz “özgün” değilse, alfabe işaretlerinizi başkalarından aldıysanız, bazı tanrılarınız ithalse kültür sayılmıyorsunuz. Buna göre Eski Dünya’da adlandıracak pek kültür kalmıyor zaten. Her şeye rağmen eğer Işık’ın hemen her şeyi Girit ve Anadolu’ya atfeden görüşüne bağlı kalacaksak, o hâlde Tunç Çağı Yunanistan’ında inkâr edilemeyecek bir Girit ya da Anadolu siyasi/kültürel egemenliğinden bahsetmemiz gerekir. Fakat Işık’ın ortaya koydukları mimarlık, din ve sanattaki bazı esinlenmeler ya da Işık’ın deyimiyle “sömürüler”dir ki bunlar da tek başlarına bütün bir kronolojik silsileyi silbaştan yeniden kurmamızı gerektirecek kadar çok kapsamlı (bazı alanlardaki derin etkileşimlerden değil, toplumun geneline yayılan bir nüfuzdan bahsediyorum) etkileşime işaret etmez. Antik Yunanistan’ın bir dönemini “Oryantalizan” olarak adlandırmanın mantıklı gerekçeleri vardır, belki Tunç Çağı Yunanistan’ı için de benzer bir adlandırma “belirli” bir zaman dilimi için yapılabilir. Fakat nasıl tüm antik Yunan kültürünü Anadolu, Yakındoğu ve Mısır’dan aldığı onca şeye rağmen yeni bir kronoloji adlandırmasıyla değerlendiremiyorsak, Mikenler için de aynı şey geçerli olmalıdır. Miken çanak çömleğinin form ve bezemede Girit’i temel alması bu bağlamda önemli değildir. Asıl önemli olan, “çalıntı” olsa da Miken keramiğinin Yunanistan’da üretilmiş olması ve bize göreli kronoloji sağlamasıdır, yani isimlendirme pratik bir nedene dayanır; burada ölçüt estetik ya da yaratıcı kaygılar değildir. İkonografik ve sanatsal gelenekler, üsluplar (yaratıcılıktan bağımsız olarak), malzeme vb.dir.

Mykenai kale kapısı üzerindeki üçgen alınlıkta betimlenen aslanlar da, ortasında Anatanrıça’yı somutuyla simgeleyen “ağaç” sütun da  ancak bir Giritli ustanın elinden çıkmış olabilirdi.

Söz konusu sütun betiminin  ana tanrıça olarak yorumu sanırım yazısında bahsettiği eserinde daha geniş bir şekilde ele alınmıştır. Ancak bu metine bağlı kalarak şuna dikkat çekmek isterim: Aslanlı Kapı’daki sütunun doğrudan sarayı, saray otoritesini temsil eden basit bir sembol olduğuna dair iddialar hayli yaygın. Yani dinsel bir sembolden ziyade sarayın sadeleştirilmiş bir temsili olarak görülüyor (mesela tanınmış Miken uzmanı John G. Younger). İlk yazımda belirttiğim gibi, Işık’ın kendi iddiasını ortaya koyması yetmez, yazılarında mesela bu iddiaya karşı da ikna edici fikirler öne sürmüş olması gerekir ki savının sağlamlığına şüphe duymadan inanabilelim.

MÖ 2000 – 1200 arası Orta ve Geç Tunç Çağı boyunca mülkü olan topraklarda kendine özgü tanımlanabilir bir Hellen sanatını ve kültürünü yaratamayan, bulduğuna ve gördüğüne sahiplenerek başkasının emeğini sömüren bir Akha’yı tekrar konuşacağız.

Yukarıda değindiğim gibi, EH ve OH Miken kültürüne giden bir süreci ifade eder; Mikenler gökten zembille inmemiştir ve elbette önceki yüzyılların birikimlerini Anadolu, Girit ve Doğu’dan aldıklarının da katkısıyla önemli bir kültür oluşturmak için kullanmışlardır. Dolayısıyla EH ve OH Yunan toplumunun “yaratıcı” olmadığını, Miken kültürüne özgün hiçbir katkı yapmadığını söyleyemeyiz. Bunun ötesinde Işık’ın toptancı ve küçümseyici ifadeleri bilimsel bir değerlendirme de değildir. Bir kültürü “yaratıcı olmamakla” suçlamak gibi, sosyal bilimcilerin kabul edemeyeceği bir yaklaşım söz konusudur. Sanki Hellenler dışında her Eski Dünya kültürü en başından beri özgündür ve hiç “sömürmemiştir.” Bu savunulması imkânsız bir pozisyondur bence. Ayrıca burada Hellas tanımlamasını haklı çıkaracak kriter, her ne kadar çeşitli esinlenmeler bulunsa da önceki dönemlerde görülmeyen keramik formları ve bezemeleri, mimari vb.dir; yani arkeolojik kayıtta farklı bir isimlendirmeyi gerektirecek değişimler söz konusudur ve bu değişimlerin de illa “gösterişli”, “sanatsal”, “yaratıcı” olması gerekmez.

Parlak bir çağın ardından bağımsızlığını Akhalara yitiren bir Girit’ten beklenendi, sanatta, yitirilen özgürlüğe ve refaha koşut giden bir çöküş… Kendi sanatını yaratabilemeyişin çaresizliği içinde bu Girit tarzı, Akha sanatını da sürükler peşinden. Yaratılar Girit’ten midir, ya da Büyük Akha Ülkesi’nin herhangi bir başka yerinden midir; farketmez.

“Kendi sanatını yaratabilemeyişin çaresizliği” gibi çok öznel, romantik, sanki Işık Mikenlerin gözlerinde bu çaresizliği görmüş gibi bir ifadenin bilimsel geçerliliği olamayacağını, “sanat yaratamamasının” bize bir kültürü küçümseme hakkı vermediğini vurgulamak isterim. Ne kadar basit, “yoz”, “beceriksiz” olursa olsun her toplumun mutlaka özgün yanları vardır; onlara kültür dememizin bir sebebi olmalı değil mi? Bu çok yalın ve hak vermek için sosyal bilimler yüksek tahsili yapmaya bile gerek olmayan gerçek, Işık tarafından yok sayılmaktadır. Mikenlerin Girit’e çok şey borçlu olduğu, Anadolu’dan, Yakındoğu ve Mısır’dan etkilendiklerini zaten kabul ediyoruz, ama bir toplumu tamamen “beceriksiz” kabul edip âdeta “özgün olmadığı” için suçlamak? Modern literatürde bu etkileşimlerden zaten sıkça bahsediliyor. Tüm Batı akademisi sanki buna karşı çıkıyormuş gibi bir algı yaratıyor Işık, ama böyle değil. Anlaşılan ona göre bir kültürün özgünlüğünü tanımlayan tek şey sanat, mimari, alfabe; yoksa yazımın ilk bölümünde değindiğim üzere etkin bürokrasi ve arşiv pratiği, savaş sanatındaki beceri, diplomatik ve ticari başarılar, kaynak kullanımı, siyasi organizasyon becerisi, farklı dini uygulamalar, dil, anıtsal mimarideki beceri vb. pek bir anlam ifade etmiyor. Mimaride Mikenlerin başvurduğu birçok teknik (ahşap iskelet, duvar içlerinde moloz dolgu, kesme taşlar, duvar resimleri) Girit’ten, bunu inkâr eden yok, ama alçakgönüllü Minos örneklerinden alınarak anıtsal hâle getirilmiş tholos mezarların (Atreus’un Hazine Binası, Klytaimnestra’nın Mezarı) inşası takdire şayan bir mimari beceridir. Savunma mimarisi de aynı şekilde etkileyicidir: Tiryns’in surları 8 m kalınlığındadır ve günümüze ulaşan yüksekliği 13 metredir, tonlarca taş kayda değer bir organizasyon ve kaynak kullanımıyla çıkarılıp, işlenip yerleştirilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.

Saraylar Dönemi’nin başlangıcında Girit, hiyeroglif yazısını bile Mısır’da olandan farklı yazarken; kendi yazısını yaratma çabası içinde emek verirken; Akhalar Knossos’a sahipliğin ardından Linear B çizgi yazısını bile Girit’in Yeni Saraylar Dönemi’nde gelişimini tamamlayan Linear A’sından türetirler ve onu yalnızca ticari hesaplar ve mal varlığını listelerle kayıt altına alma gibi basit şekliyle kullanırlar. Ege ve Doğu Akdeniz ticaretine egemen bir dünya devletinin kültür ve sanatını en güçlü zamanda bile başka halkların emeği üzerine oturtması, onunla birlikte çöküşe geçmesi, yani bir kültür erozyonu yaşanırken “efendinin, kölesine” uyması, tabiatında yaratıcılığın olmayışıyla açıklanabilir.

Yine “yaratıcı olmamakla” suçlama. Alfabeden gideceksek Türklerin bir zamanlar Arap harflerini, şimdi de Latin harflerini benimsemiş olması bizim yaratıcı olmadığımızı gösteren bir kriter belki de (runik harflere dair bilgim yok elbette, ama mantığı göstermek istedim). Işık’ın verdiği bilgiler eksik: Evet, Mikenler Linear A işaretlerini adapte etmiştir, ama kendi dillerini yazmak için; ayrıca kendi icatları olan bazı yeni işaretler de kullanmışlardır. Daha da önemlisi, Işık Mikenleri, Linear B’yi sadece envanter listeleri için kullandıkları için küçümsemektedir bu sefer, fakat Linear A’nın da tamamen aynı nedenlerle kullanıldığını belirtmemektedir. Bu da sanırım Minosluların “yaratıcılıklarını” biraz “baltalamaktadır” kanımca. “Efendisinin kölesine uyması” ifadesini gören bir Klasikbilimcinin aklına “fethettiklerinin esiri olan fatihler”, yani Yunan kültürüne “esir olmuş” Romalılar gelecektir muhtemelen. Bu, Romalıları acımasız, emperyalist, kaba ve yaratıcılıktan yoksun ilan etmemiz için gerekli kanıtlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır Işık’ın düşünce yapısına göre herhalde. Bir de “kültür erozyonu” meselesi var. Mesela çanak çömleği ele alalım: GH IIB ve IIIA1’e kadar Minos form ve bezemelerine çok bağlı kalan Miken keramiği, bu tarihlerden sonra kendi özgün ürünlerini vermeye başlamıştır. Burada şunu belirtmekte fayda var: “İşgalci” ve kültürel açıdan nispeten “geri” bir kültür, çevre kültürlerle de etkileşimleri sonucunda sanatsal ya da edebi açıdan kendi içinde –bazen genel tarihi süreç içinde de çok önemli- bir “zirve” yaşar. Roma edebiyatı Ennius, Andronicus gibi Yunan kölelerin sayesinde başlamıştır, fakat bir süre sonra Romalılar da kendi özgün ve başarılı eserlerini vermişlerdir. Dolayısıyla Mikenlerden kendisinden daha “yüksek” Girit sanatını taklit etmeleri, ondan esinlenmeleri, fakat bir süre sonra kendi yaratılarını üretmelerini beklemek gayet doğal olmalıdır. Bir kültürün geleneğinde, geçmişinde illa “yüksek sanat” olmalı mıdır? Kopyacı bile olsa hiç mi özgün bir şey katamaz bir kültür? Katar elbette, öyle olmasaydı arkeolojik malzemeden yola çıkıp kültür (halk değil) tanımı yapamazdık. Nitekim Mikenler de Ephyra kadehlerini üretmişler, Minos çanak çömleğinde ve duvar resimlerinde görmediğimiz savaş sahnelerini ortaya koymuşlardır. Dahası bu ve diğer çanak çömleklerin Adriyatik’ten Troia’ya ve Filistin bölgesine kadar yerel imitasyonlarının yapıldığını unutmamalıyız. Bu “düşük” çanak çömleğin –ve içindekilerin- Akdeniz dünyasında talep gördüğü anlaşılmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir, ama şunu vurgulayarak bitireyim: Işık Mikenlerin her şeyi olduğu gibi almış olsa bile bunları farklı ikonografik ve kültürel amaçlarla kullanma ihtimallerini, yani malzemeler değilse de onları kullanma biçiminin Mikenlere özgü olabileceğini, bunun da pekâlâ o kültürü “özgün” olarak nitelemek için bir ölçüt yerine geçebileceğini göz ardı etmektedir.

Bu nasıl bir “her şeye kadir Hellen” masalıdır ki dünya insanının “İncil’den sonra en çok okuduğu” bir İlias Destanı’nın varoluş nedenini bile; kökende yazısını bile yaratamayan ve Girit’ten öğrendiğiyle de salt envanter kayıtları tutma düzeyinde kalan bir “Akha kültürüne” bağlama çabası vardır. İnanması zordur, ancak; kanıtını, Homeros diliyle “MÖ 15. ile 13./12. yüzyıl Akha Hellencesi’nin Linear B- dili arasında benzerliklerde” arayan eskiçağ bilimciler az değildir.

Işık’ın bu iddiası ciddi yanlışlar içeriyor ve ifadelerinden sözlü geleneğin nesilden nesile nasıl geçtiği ve Miken ikonografisinde ozan betimleri gibi bazı konular hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı izlenimini ediniyorum. Linear B ile verimli karşılaştırmalar elbette yapılıyor, ama bu iddianın temeli sadece o değil. Işık’ın tek dayanağı, Mikenlerin kendi alfabelerini bile yaratamamış olmamaları gibi görünüyor. Yani Homeros her şeyi bir kerede, Tunç Çağı’ndan taşınmış hiçbir geleneğe bağlı kalmaksızın mı yarattı? Sözlü gelenek dinamiğinin nasıl işlediğini bilenler bunu inandırıcı bulmayacaktır. Her destan çok uzun bir sözlü geleneğin sonunda, nesiller boyu vezni, ifadeleri, tamlamaları vb. mükemmelleştirilerek, her bir ozanın yaptığı katkılarla sonunda yazıya geçirilmiştir. Kısacası Homeros ya da Ilias bu geleneğin sebebi değil, sonucudur. Işık’ın iddiasının aksine, Mikenlerin bir aiodos geleneğine sahip olduğuna ve Ilias’ın çekirdeğinin bu dönemde oluşturulduğuna dair çok makul kanıtlar vardır. Bu, Homeros ya da Ionia’nın büyük katkısını inkâr anlamına gelmez, ama dünyadaki tüm halk destanlarının ortaya çıkışı zaten tıpkı Ilias’taki gibi uzun bir sözel geleneğin sonucunda –ve zaman zaman başka kültürlerin efsanelerini özümseyerek- olmuştur. Meraklısı için arşivi Internet’te erişime açık olan Milman Parry’nin çığır açıcı çalışmaları bunu çok önce göstermiştir. Parry Balkanlar’daki araştırmalarında Yugoslav ozanların on binlerce dizelik destanları ezberden okuyabildiklerini ispatlayarak o zaman hâkim olan, Ilias gibi anıtsal bir eserin sözel bir şekilde yüzyıllar boyunca aktarılmış olamayacağı savını çürütmüştür. Kısacası Mikenlerin alfabelerini ithal etmiş olması ya da sadece arşiv için kullanmış olmaları, destanların sözel olarak Miken saraylarında ya da halk arasında dolaşmadığı anlamına gelmez. Parry’nin ötesinde, Miken ikonografisinde de ozan betimlerine ve müzik aletlerine –destan müzik eşliğinde okunuyordu- rastlıyoruz. Attika’daki Menidhi tholosunda MÖ 13. yüzyıla ait fildişinden bir lir bir savaşçı bedeniyle birlikte bulunmuştur (Ilias’ta da kahramanların çalgıdaki ustalıklarından ve hikâye  anlatmadaki becerilerinden bahsedilir); Pylos’tan ünlü “Orpheus” freskinde lir çalan bir ozan resmedilir. Benzer betimlere GTÇ Tirnys, Kıbrıs çanak çömleğinde ve Geometrik Atina vazolarında şahit oluyoruz. Dilbilimsel kanıtlar arasında sadece bazılarından bahsedecek olursak: Öncelikle destanın yazıldığı heksametron vezninin cümle yapısını bozmak uğruna inatla uygulanmış olması ve bağlama uygun düşmese bile karakterlere yakıştıran sıfatlar (benzer uygulamaları mesela Slav ya da Hint destanlarında da görürüz) ancak uzun süren bir geleneğin sonunda son hallerini almış olmalıdır. Homeros masa başında oturup destan yazmadığı için, bu “formüller” ozanın kelimeleri vezine uydurması için avantaj sağlar; formüllerin ayak ölçüleri bilindiğinden, ozanın avantajına, vezne uydurmak için geriye daha az kelime kalacaktır ya da tam tersi: istenilen eylem aktarıldıktan sonra dizede kalan yer, ayağı uygun birkaç formülle doldurulur. Bunlar ancak uzun bir sözlü geleneğin sonucunda deneme yanılmayla yerleşmiş pratiklerdir. Destanların Tunç Çağı’na kadar gittiğine işaret eden bir başka içkin kanıt, vezindeki bazı uyumsuzlukların, bunu yaratan kelimelerin geriye doğru Linear B rekonstrüksiyonları yapıldığında ortadan kalkmasıdır. Örneğin Canterbury Tales’i moden İngilizceyle okuduğumuzda bozulan vezin, Ortaçağ İngilizcesine döndüğümüzde düzelir vs.  Elbette Homeros’un kendi zamanında görmüş olamayacağı bazı nesnelerin Miken çağında kullanıldığı biliyoruz: yabandomuzu dişinden miğferler, yüksek kalkanlar, mızraklar vb. Bütün bunlar ve daha fazla kanıt, Homeros’un arkasındaki uzun soluklu bir geleneği kendi döneminin edebi gelenekleri ve kültürüyle harmanlayarak ortaya koyduğuna işaret eder.