Platon Sunar: “Us”

Jordan Peele’ın Get Out’tan sonraki ikinci filmi Us merakla bekleniyordu ve eleştirmenler bunun da önemli bir başarı olduğu konusunda büyük ölçüde hemfikirler. Ancak ilginç şekilde şimdiye kadar okuduğum yorumların çok azı filmin Platon’un mağara alegorisiyle çok açık ilişkisinden bahsetmiş ve bunu da üstünkörü bir şekilde yapmış. Oysa Us, benim bilebildiğim kadarıyla sinemadaki en doğrudan – üstelik korku türünde – Platon adaptasyonu. Bununla yönetmenin Platon’un fikirlerini doğrudan beyazperdeye aktardığını söylemiyorum, ama kendi derdini anlatmak için flozofun çeşitli fikirlerini filmine diğer filmlere göre daha belirgin şekilde enjekte etmiş. Bu anlamda Platon’dan daha dolaylı yararlanan başta The Matrix olmak üzere diğer birçok filmden ayrıldığı söylenebilir.

Platon mağara alegorisi çok bilinen bir felsefi kavram olsa da yazının amacı doğrultusunda kısaca özetlemekte fayda var. Devlet’in 7. kitabında (514a vd.) Platon şöyle bir sahneyi anlatır: Bazı insanlar çocukluklarından itibaren bir mağarada tutsaktırlar ve boyunlarına bağlanmış zincirlerle yalnızca bir duvara bakabilmektedirler. Arkalarındaysa tek bir ateş kaynağı onlara ışık sağlamaktadır. Gerilerinde, yani ateşle aralarında bir yol ve uzun bir duvar vardır. Yol boyunca duvarın ardından yürüyenler – ve tutsakların göremediği – kişiler tüm nesne türlerini taşırlar: insan figürler, hayvanlar vs. Tutsakların gördükleri tek şey bu nesnelerin mağara duvarlarına yansıyan gölgeleridir. Bu gölgeler onların dünya ve şeyler hakkında bildikleri her şeydir. Mağaranın dışında giden yolun sonunda ise gerçek ışık kaynağı Güneş parlamaktadır.

Platon 517a’da mağara benzetmesinin bilginin çeşitlerini göstermeyi amaçladığını söyler. “Bilinebilen” dünyadan farklı olan “görünebilen” dünya mağaradaki tutsaklık durumudur; ateş ise Güneş’e karşılık gelir. Mağaradan çıkışa doğru tırmanmak, görünürün dünyasından bilinebilir (düşünebilir/öğrenilebilir) dünyaya doğru yükselmek anlamına gelmektedir. Tutsaklar aynı gerçek dünyada olduğu gibi mağaralarında da nesneler ve onların gölgeleriyle birliktedir, fakat tutsaklar arkalarında duvardan yükselen nesneleri görmez, sadece önlerindeki duvarda geçen gölgeleri fark ederler. O hâlde gölgelerin kaynağı olan nesneleri fark etmek bilginin bir üst basamağıdır. Ancak iş bununla bitmez: Mağara dışındaki “gerçek” dünyanın nesneleri ve gölgelerinin üzerinde bir de bu “mağara dışı” nesnelerin bir de ilk imgeleri vardır ki onlar da “idealar dünyası”nı meydana getirirler. Tutsak özgür olma, gerçek nesneyi görme ve o “gerçekliğin” daha mükemmel bir kopyası olduğunu anlayana kadar bilgisini arttırabilir. Tutsaklar eğitim ve cehalet durumu açısından insan doğasını, öğrenme, eğitim ve bilgi ihtimalini temsil ederler. Tutsakların gerçek nesneleri görmesi gibi insanlar da eğitimle ideaları görürler. Dolayısıyla idealara varana kadar geçilmesi gereken birkaç basamak vardır; mağaranın dışına çıkmak bunlardan sadece biridir.

Diğer bir deyişle Platon çevremizde algıladığımız her şeyin yalnızca görüngüden ibaret olduğunu anlatır. Hakikat ise görünüşün ondan türediği idealar ya da formlar evrenidir. Tikel bir siyah at, tümel at formundan veya aynı şekilde siyahlık ideasından pay alarak türemiştir. Duyularımız aracılığıyla algıladığımız fiziksel evren daimi değişim ve devinim hâlindeyken, zihnin algıladığı idealar evreninde değişim yoktur, dolayısıyla ebedidir. Aklın rasyonel kullanımı bize değişmeyen, evrensel ideaları bulmada – mağaradan çıkmakla kalmayıp daha ötesini görmemize – yardımcı olabilir. Tümel idealar evreninin daha az önemli formlaran başlayan ve soyut, yüksek idealara doğru giden hiyerarşik bir yapısı vardı. Hiyerarşik düzenin en tepesinde ise “iyi” ideası (agathon) yer alır. Daimi devinim hâlindeki tikel nesnelerin dünyasını göz ardı eder ve idealarını zamansız hakikatine dikkatimizi verecek olursak ruhumuz Güzel, Hakikat ve İyi idealarına erişir.

Us bu tasavvuru doğrudan benimser ve bazı görsel göndermelerle pekiştirir. Gerçek dünyadaki insanların birer kopyası olan ve onların yaptıklarını taklit eden “Bağlılar” (Tethered) mağara dışındaki gerçek nesnelerin mağaradaki temsilleridir; aynı mağara gibi bir yeraltı kompleksinde bulunurlar. Adelaide’ın kendi kopyasını bulacağı bu kompleksin holleri beyazdır; mağaranın çıkışında gerçeği gören tutsağın Güneş’e çıkışını hatırlatır. Daha da ilginci Adelaide’ın kopyası Red’i gördüğü mekânın duvarlarındaki el baskılarıdır. Bunlar hem düzenlenişleri hem de renkleri açısından, Arjantin’deki MÖ 7300 civarına tarihlenen Eller Mağarası’nın (Cueva de las Manos) duvarlarından el baskılarına çok benzer. Dolayısıyla film hem Bağlıların niteliği hem de görsel ipuçlarıyla Platon’un tasavvurunu ve filmin temasını sıkı bir şekilde birbirine bağlar.

Eller Mağarası (Cueva de las Manos), MÖ 7300, Arjantin ve Us‘taki yeraltı kompleksinden bir mekân

Bununla birlikte bir yandan film Platon’la hayli dolaysız bir ilişki kurarken, diğer yandan mağara alergorisini bazı açılardan tersyüz eder: Filmin başında mağara dışındaki gerçek dünyada gördüğümüz Adelaide’ın aslında mağaradaki bir Bağlı olduğunu, mağara dışındaki “gerçeğini” mağaraya (yeraltındaki laboratuvar kompleksi) götürerek onu “tutsak” yaptığını öğreniriz. Yani yukarı çıktıktan sonra nereden geldiğini unutan Bağlı, hakikati “mağaradan yukarı yürüyüp ışığa çıkma”nın karşılığı denebilecek “aşağı inme” eylemiyle öğrenir. Red Adelaide’a “gölgelerin” toplumun kontrol etmek amacıyla yaratılan kopyalar olduklarını, fakat deneyin başarısızlığa uğradığını söyler: Zihinlerin ve bedenlerin ikiye ayrılmış, ancak her insanın ruhu ikiye bölünmüştür. Sonunda Adeleide (yani gölge Red) Red’i (yani gerçek Adeleide) öldürür ve yerine geçer. Elbette filmin sonunda aslında bunun tersinin de gerçli olduğunu görürüz; yani filmin başında gerçek çocuk Adelaide’ı aynalar holünde gören gölgesi bu açıdan aslında mağaradan çıkmış sayılabilir.

Dolayısıyla mağaradaki çocuk Adelaide’ın gölgesi Platon’un da dediği gibi bir kere mağaradan çıkıp şeylerin gerçek doğasını görünce geri dönmek istemeyen tutsaktır. Ancak Red için bu kanımca Platon’un kastettiği hakikat değildir;  Adelaide’ın rahat üst sınıf hayatıdır. Bir kere bunu deneyimledikten sonra mağaraya geri dönmek istemez. Wilson’lar ve Tyler’ların erkekleri deniz kenarında bir ev, tatil, bir tekne üzerine konuşmakta, Adelaide’ın kocası Gabe zengin arkadaşı Josh’u etkilemek için onun gibi bir tekne almayı istemektedir (ki alır). Red mağara dışındaki yaşamın nihai hakikat olduğunu düşünür. Yönetmenin hem Key & Peele  şovu hem de ilk filmi Get Out’tan dolayı Amerikan tarzı yaşam ve beyaz üstünlüğüne bakışını bildiğimizden, bence yönetmen burada da mağaradan çıkışla erişilen yeni hakikatin, yani Amerikan tarzı üst sınıf hayatının bir aldatmaca olduğunu söylüyor. Siyah aile beyaz arkadaşlarının konformist üst sınıf yaşamına özenmektedir, ama bu içi boş bir arzudur. Red ise Adelaide’ın yaşamına özenir. Yukarıda beyaz ve siyah aile arasındaki sınıf farkı (veya gelir düzeyindeki fark), Adelaide ve Red arasında da vardır: yukarısı ve aşağısı olarak. Platon için maparadan idealar dünyasına giden yol cehaletin yok olarak bilgeliğe erişilen aşamaları temsil eder. Filmde ise aynı yol sınıf farkının ortana kalkması için alınmalıdır. Bu noktada filmin bana kalırsa hayli kaba bir ima içeren bir sahnesinden de bahsetmek gerekiyor: Adelaide’ın evi istila edildiğinde, Red’e kim olduklarını sorar ve ondan “Amerikalıyız” cevabını alır. Bu cevap anlamını filmin sonunda Red’in gerçek Adelaide olduğu anlaşılınca bulacaktır. Filmin bu bağlamda gerçek Amerikalılığın ne olduğu üzerine düşünmemizi istediği açıktır.: Filmin finalinde Red’in gerçek Adelaide olduğunu anladığımıza göre, başından beri gölgesiyle özdeşleştiğimiz gibi rahatsız edici bir gerçek ortaya çıkar. Üst sınıf bir ailenin hayatı mı bize bu tablonun gerçek olduğuna inandırmıştır?

Filmin yine kısmen Platon’dan esinlendiğini düşündüğüm bir diğer yanını da değerlendirmek uygun olabilir. Platon’un Şölen diyalogunda Aristophanes sevginin sırrını açıklayan bir hikâye anlatmaya başlar (189e-193a). Buna göre insanlar baştan erkek ve dişi olarak ikiye ayrılmıyordu; her ikisini de içine alan Androgynos adında üçüncü bir tür mevcuttu. Bu cins “yuvarlak sırtları ve böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da bacağı vardı… Bir boyun üzerinde ters yöne bakan birbirinin aynısı kafalar bulunuyordu.” Aristophanes “göğe tırmanıp tanrılara karşı gelmeye yeltenen” Ephialtes ve Oltos’un bu cinsten olması gerketiğini söyler. Zeus ve diğer tanrılar aleyhlerine olan bu riski bertaraf etmek isterler, fakat Androgynos cinsi kendilerine adaklar ve kurbanlar sundukları için onları istemezler. Onun yerine Zeus bu fiziksel avantajlarını ortadan kaldırmak için onları ikiye ayırır ve ters yöne bakan cinsel organlarını öne getirerek birbirlerini arzulamalarını sağlar. Böylece insan soyu çoğalarak tanrılara kurban sunmaya devam edecekti. Aristophanes böylece insanın benzerine duyduğu sevginin çok eski zamanlardan kaldığını belirtir; her bir kişi bir başkasının symbolonudur. Adı konmasa da ABD hükümeti olduğu anlaşılan kopyalama işinin yürütücüsü güç de benzer şekilde insanları ayırmaya çalışmış, fakat bu yarıları aynı ruhu paylaşmaya zorlamıştır. Tıpkı Zeus ve diğer tanrılar gibi hükümet de kendilerine başkaldırmadan hizmet edecek nüfus yaratmak amacıyla, onları “ikiye bölerek” aşağıdaki gölgeleri üzerinden yönetmeyi mi planlamıştı?

Son olarak filmin burada bahsetmeyeceğim birkaç önemli mantık hatası içerdiğini ve yönetmenin aklındakileri filme doyurucu şekilde aktaramadığını düşünüyorum. Geride çok fazla soru işaret kalıyor ve bize gösterilenlerin filmin derdi için uygun olduğu, fakat eksik kaldığı gibi izlenim edindim. Yine de yönetmenin Platon’u bir korklu filminde yaratıcı şekilde kullanmış olması takdire şayan.