Mikenler Bizim İçin Gerçekten Ne Yaptı? I

Prof. Dr. Fahri Işık, Aktüel Arkeoloji dergisinin Internet sayfasında “İlk Hellen Boyu Akhalar’ın Öğrettikleri. Emeğin Sömürüsü 1” (https://go.shr.lc/2D1uu2p) ve “‘Avrupa’nın İlk Yüksek Kültürü’: Akha! Emeğin Sömürüsü 2” (https://go.shr.lc/3fjnquZ) başlıklarıyla iki yazı kaleme almış. İlk yazının sonundaki “Eleştirel bir gözle sorgulayarak, bilime katkı vermeniz dileğiyle…” ifadesinden güç alarak ve hoşgörüsüne sığınarak yazdıklarına karşı çeşitli itirazlarımı dile getirmek istedim. Yazılarından bazı pasajlar hakkında tek tek naçizane fikirlerimi belirtmeden önce, bu ilk bölümde metnin geneline dair bazı gözlemlerimden bahsetmek isterim ki bunları ikinci yazımda söz konusu pasajları değerlendirirken daha da açacağım.

Prof. Işık’ın yazının genelinde Mikenler için kullandığı ifadelerin nesnelden ziyade öznel görüşler içerdiğini söyleyebilirim. Başka uygarlıkların – Girit ve Anadolu – “emeklerini sömüren”, özgün neredeyse hiçbir yeniliğe imza atmayıp öteki halkların başarıları üzerinde yükselen bir Miken portresi çıkmış ortaya. Kullanılan ifadelerden bazıları: “kendine özgü tanımlanabilir bir Hellen sanatını ve kültürünü yaratamayan, bulduğuna ve gördüğüne sahiplenerek başkasının emeğini sömüren bir Akha”; “sanatta, yitirilen özgürlüğe ve refaha koşut giden bir çöküş”; “kendi sanatını yaratabilemeyişin çaresizliği”; “kökende yazısını bile yaratamayan bir Akha kültürü”; “başka halkların kültürel ve sanatsal yaratılarına ‘sahiplenme’ ve emeğini ‘sömürme’ Hellen halklarının tabiatında vardır” gibi. Eğer bu bakış açısını benimseyeceksek Geç Antik Çağ ya da Bizans kültürünü de aynı torbaya koymamız gerekebilir (Işık tersini savunacaksa bunun muhtemel sebebi, yabancı bilim insanları tarafından Anadolu’nun bu dönemlerdeki rolünün  hakkının verilmesi olacak diye düşünüyorum, Mikenler yazısından hareketle). Özellikle sonuncu ifadeyi hayli riskli bir yaklaşım olarak görüyorum. Kültürlere ve halklara böyle özcü tanımlarla yaklaşmak, bunu sanki genlere işlemiş bir özellik gibi göstermek bizi doğru yerlere götürmeyecektir. Bu, “hırsızlık Çingenelerin tabiatında var” demek kadar sakıncalı bir durum ortaya çıkarıyor.

Işık’ın asıl meselesi, Yunanistan’daki Miken egemenliğinin, erken Avrupa tarihinin dönüm noktalarından biri yapılması ve Miken kültürünün neden baş tacı olamayacağı iddiasını da yukarıdaki nerdeyse suçlayıcı tanımlarla pekiştiriyor, çünkü Mikenler bu yeri hak etmiyorlar; onlar hakkında takdir edilen her şey aslında başka kültürlerden –Girit ve Anadolu – alınmış. Böyle bakacak olursak özellikle Makedonia’yla yapılan savaşlarla fikri açıdan Yunan dünyasını “sömürmüş” ve zamanında bir avuç hırsız, tecavüzcü ve çapulcu tarafından kurulduğu bizzat kendi tarihçileri tarafından anlatılan Roma’yı ne yapacağız? Yoksa Roma’nın Avrupa’ya –ve Anadolu’ya – katkıları Mikenlerinden sırf çok daha önemli olduğu için onu farklı mı değerlendirmeliyiz? Hititler ya da Urartular hiç mi sömürmediler? Onların tüm kültürel ve sanatsal başarıları her anlamda özgün müdür? Özgün olmasa bile her iki kültürün Anadolu coğrafyasına yaptıkları katkının önemini azaltır mı bunlar? Elbette hayır; geçmiş kültürleri içinde bulundukları koşullar çerçevesinde değerlendirmediğimiz sürece anakronizme kaymamız kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla kültürler arasında böyle bir hiyerarşi kurmak doğru mu diye sormalıyız. Kaldı ki aşağıda vurgulayacağım üzere Mikenleri Avrupa’nın “ilk yüksek kültürü” olarak değerlendirmenin – başka kültürlerden aldıklarından bağımsız olarak ve bu gerçeği dışlamadan – geçerli sebepleri olduğu kanısındayım.

Fetih, katliam, sömürü, emperyalizm sadece Mikenlere özgü tanımlar değil. Evet, Mikenler MÖ 1475-1450 arasında bir tarihte Girit’i işgal etmiştir ve elbette bu fetihle birlikte birçok yerel yeniliği almışlardır (Mykenai A ve B kuyu mezarları fetihten çok önce Giritli zanaatkarların Yunanistan’da çalıştığını göstermektedir zaten). Fakat bunu fetihle gelen hangi uygarlık yapmamıştır ki? Osmanlılar Anadolu’ya yerleşince Bizans idari sisteminden ve sanatından hiçbir şey almamışlar mıdır? Roma birçok şeyi Yunan’a borçlu değil midir? Kısacası bu, geçmişte her zaman görebileceğimiz türden şaşırılmayacak, normal bir süreçtir. İnsanlığa katkıları ne olursa olsun, hiçbir imparatorluk bu yakıştırmalardan kaçamaz. Mikenlerin emek sömürüsünden bahsediyorsak, modern dünyaya muazzam bir miras bırakmış Yunan-Roma kültürünü de aynı derecede suçlayıcı ifadelerle mi değerlendireceğiz? Aristoteles doğal köleliğe inanıyor diye felsefemizden çıkarmalı mıyız? Atina Attika-Delos Deniz Birliği’nden çıkmak isteyen Mytilene’de katliam yaparken, aynı Atina’nın yarattığı güven ortamı ve olanaklarla Methone gibi önemsiz ve diğer orta karar şehirlerin yadsınamaz kazançlarını nasıl değerlendireceğiz? Benzer örnekleri kuşkusuz Anadolu devletleri ya da şehirleri için de bulmak mümkün olacaktır kanımca. Yoksa Işık’ın mantığını tersten çalıştırarak “Anadolu halklarının tabiatında sömürü yoktur” mu diyeceğiz? Bu ne derece bilimsel olacaktır?

Bu örneklerin farkında olarak, bardağın dolu ve boş kısmını birlikte göstererek daha verimli bir değerlendirme yapamaz mıyız? Mikenlerin savaşçı etiğine dayanan bir kültür olduğu gerçeği, Girit’i fethetmesi, sanatının Girit’e çok şey borçlu olması, Anadolu’dan aldığı dini inançlar ve teknik bilgiler onu “kötü”, “beceriksiz”, “kolaycı” ya da “ilkel” yapmaz. Bunların benzerlerine dünya tarihinden birçok örnek bulunabilir. Kendileri hakkında bir tarih eseri vb. yazmamış bir toplumun kafasına sırf arkeolojik malzemeye bakarak girebilir miyiz? Roma Yunanlardan aldıklarını kendi yazarları ve düşünürleri aracılığıyla zaten inkâr etmiyor, açık açık yazıyordu gocunmadan en azından, ya Mikenler? Işık’ın öznel tanımları, kendisini savunma imkânı bulunmayan bir topluma yapılmış bir haksızlık değil midir?

Genel GTÇ Akdeniz dünyası içinde Mikenlerin konumu onu çevresel (peripheral) bir oyuncu yapıyor daha ziyade. GTÇ süper güçleri arasında ikincil bir güç olduğu söylenebilir. Ancak yine aşağıda değineceğim üzere Yunanistan’la sınırlı kalırsak yazıyı getirmesi,birörnek kültürel, bürokratik ve siyasi uygulamalar vb. onu evet, Avrupa’nın ilk yüksek kültürü yapar. Bu Mikenlerden önce orada yaşamış yerel toplulukların mirasını göz ardı etmek değil, fakat nesnel bir olguyu ortaya koymaktır. Bunu söylemek diğer kültürlerin Mikenlere yaptığı katkıları dışlamayı gerektirmez. Nasıl aslen “göçebe” Urartu Asur ve Mezopotamya mirasını alarak Doğu Anadolu’nun çehresini değiştirmişse, Mikenler de bazı açılardan benzer bir şeyi Yunanistan’da yapmıştır denebilir. Ne Mikenler ne Asur ne Hitit ne de Urartu bunu yaparken yerel toplumlarla müzakere yolunu seçmedi. Genelde olduğu gibi gelişme “zorla” sağlandı (elbette her zaman değil ve Mikenler de buna dâhil). Hem Mikenler hem de Urartu yıkıldığında bu bölgelerde aynı türden bir siyasi yapılanmanın ortaya çıkmamış olması, tam tersine siyasi fragmantasyonun gerçekleşmesi de ayrıca dikkat çekici. Bu Urartuları başarısız yapıyor mu mesela? Bu anlamda Mikenler tek ilk ne de tek örnek. Hatta ileride açacağım üzere “sömürü” bile doğru bir tanım sayılmaz bu anlamda Mikenler için; birçok etkileşim tipi arasında sadece biri olabilir. Işık Mikenler ya da antik Yunanların sömürüsünden bahsederken, Girit’in ya da Anadolu halklarının hiçbir alanda “sömürü” yapmadığını neye dayanarak söyleyebiliriz? Knossos’un adadaki egemenliğinin doğası nedir (adadaki merkezlerin peer-polity olarak değerlendirilmesi gerektiği de öne sürülmüştür)? Köleci bir toplum değiller mi? MÖ 3000’lerden beri ilişki içinde olduğu Mısır’dan ne aldı? Mikenlerin çağdaşı Hititler sömürü açısından Mikenlerden farklı mı, farklıysa hangi açıdan? Sicilleri temiz mi her alanda? Anadolu uygarlıkları “tamamen” özgün müdür? Ya da herhangi bir kültürün bütünüyle özgün olduğunda söz edilebilir mi? Aynı şekilde Mikenlerin “tamamen” kopyacı olduklarını ileri sürebilir miyiz? Bunlar için nesnel ölçütlerimiz var mıdır? Romalıların antik felsefede, sanatta, tragedyada, müzikte büyük oranda Yunanları izlemeleri onları her şekilde “kopyacı” mı yapar? Bir uygarlığın hangi alandaki kopyacılıkları onları toptan kopyacı, orijinallikten yoksun ve sıradan olarak nitelememizi sağlar? Mikenlere “sömürgeci” yaftasını yapıştırmadan önce bütün bu soruların cevaplanması gerektiğine inanıyorum. Bunun sebebi Mikenleri yüceltme isteğim değil, ama cevapları ortaya koymadıkça hakkaniyetli bir değerlendirme yapamayacağımıza inanıyorum.

Aynı şekilde, Mikenler Işık’ın da belirttiği gibi Linear B’yi Linear A’dan türetmişlerdir, ama sırf bu yüzden onları “alfabeleri bile kopya” diyerek küçümsemek doğru mudur? Mikenlerin yazıyı Minoslulara kıyasla çok daha etkili, muntazam şekilde, bürokratik amaçlara çok daha uygun olarak verimli kullanabilmeleri özgün bir başarı değil midir mesela? Diğer süper güçlerin tanıdığı, ilişki kurduğu bir güç hâline gelmek başarı değil midir? Örnekler çoğaltılabilir: Kopais Gölü’nün drenajla kurutulması, Miken surlarında görülen teknik beceri (tekniğin Anadolu’dan gelme ihtimalinden ayrı olarak bunu uygulama başarısından bahsediyorum), diplomatik ve ticari faaliyetler, paralı asker olarak popülerlikleri (muhtemelen Mısır bunlardan yararlanmıştı) vb. Ne var ki Işık Mikenlerin “sömürüsünden” bahsederken sadece sanat, bazı dini inançlar, mimari tekniklerden öteye geçmiyor. Yukarıda değindiğim alanlardaki gelişmeler ve başarıları kime atfedebiliriz o halde? Bir kültürü, Işık’ın sadece belirli alanlardaki “yetersizliği”ne dair savları yüzünden toptan gözden mi çıkaracağız?

Elbette bunların çok önemli başarılar olmadığı, Mezopotamya, Mısır ve Girit’teki gelişmelerle karşılaştırıldığında “sönük” kaldıkları iddia edilebilir. Ama zaten bahsettiğim gibi Tunç Çağı Akdeniz’i genelinde Mikenlerin – Mısır, Asur, Hitit, Kıbrıs, Suriye kıyı şehirleri yanında – çevresel bir oyuncu olduğu genel kabul görür. Buna rağmen – kendimi tekrar etme pahasına – Hititlerin Ahhiyawa kralına Akdeniz Tunç Çağı’nın süper güçlerine –Asur, Mısır, elbette Hitit- mahsus “kardeşim” unvanıyla hitap etmesi veya Kom el- Hatan yazıtlarında Mısır elçilerinin ziyaret ettikleri anlaşılan merkezler arasında Miken yerleşimlerinin bulunması, onların “dışardan” bir oyuncu olarak başarılarına ve önemlerine dair bir ipucu değil midir?

Işık, Mikenleri “yüksek kültür” yapan şeyler onlar tarafından Anadolu ve Girit emeğinin sömürülmesiyle gerçekleştiğine göre, Mikenleri nasıl böyle bir ifadeyle onurlandırabiliriz diye soruyor. Anladığım kadarıyla bu unvanı “dışlandığını” söylediği Girit’in daha fazla hak ettiğini (Anadolu’nun katkılarını da vurgulayarak), ama akademik çevrelerin bunu görmezden geldiğini iddia ediyor. Ancak Giritliler de en az Mikenler kadar eski Avrupa’nın parçası sayılan bir uygarlık. Giritlilerin ne kadar “Avrupalı” olduğu tartışılabilir; ben daha ziyade bir Akdeniz kültürü olarak görmeye meyilliyim, fakat Mikenler ve sonrasında antik Yunanlar için Girit’in önemini yadsıyamayız. Dini, edebi (Homeros destanlarındaki statüsü), sanatsal etkileri şüphesiz olmuştur ve Thukydides’in bir Minos deniz imparatorluğundan söz etmesi boşuna değildir. Dolayısıyla Girit’i Yunanistan ve daha genel olarak Akdeniz içinde iki farklı düzlemde almak daha makul görünüyor. Böyle bakarsak evet, bir yanıyla Avrupa’ya dâhil edilmelidir, ancak asla Mikenler kadar “Avrupalı” olmadığını söylemek gerekir. Bu hem yazılarının (Hint-Avrupa dil ailesine mensup değildir) hem de maddi kültürlerinin (kısmen Neolitik’te Anadolu’dan gelen nüfusun etkisi olmalıdır; ayrıca Yakındoğu’dakine benzer bir hükümdar ikonografisi ve yazı geleneği yoktur; kadınlar ikongrafide çok daha görünürdür vs.) bize söyledikleriyle desteklenebilir. İki uygarlığın da ikonografik, dini ve siyasal karakterleri açıkça birbirinden farklıdır. Mikenler, onlara “Mikenler” denecek kadar özgün özelliklere sahiptir. Ancak şunu unutmamalıyız: Hem Minos hem de Miken kültürleri “ikincil” devletlerdir, yani buradaki merkezler başka yerlerdeki daha gelişmiş “birincil” devletlerle (Mısır, Suriye, Mezopotamya) temaslarıyla eş zamanlı olarak kurulmuşlardır. Girit merkezleri daha Saraylar Öncesi Dönem’de bu bölgelerle temas hâlindeydi. Girit ve Miken merkezleri egemenlik alanları 1500 kilometrekareyi geçmeyen nispeten küçük siyasi birimlerdi; yani zaten bir anlamda “kendi halinde” varlıklarını sürdüren peer-polity (rekabetçi teşhir ve emülasyonun eşlik ettiği mal ve fikir alışverişi) oluşumlardan bahsediyoruz. O halde Işık’ın “sömürü” temelli, bir tarafta etken (Mikenler) ve diğer tarafta edilgen (Girit, Anadolu) roller yükleyen açıklamasının karşısında başka bir sav öne sürmek gayet mümkün.

Dahası Mikenler her şeylerini Girit’ten almamıştı. Minoslular grup odaklı ve uyuma dayalı işbirlikçi stratejiler izlerken, Miken merkezleri her bir merkeze ve lidere özgü bireysel ağlarla ve servetin elde edilmesi ve korunması (Linear B tabletleri bu konuda açıktır) üzerinden gitmiştir. Demek istediğim, Mikenler daha önce Yunanistan’da olmayan bir idari sistem kurmuş ve böylece belirli bir birlik sağlamışlardır. Mimari, sanat, yazı, bürokrasi, diplomasi vb. alanında yaptıklarını bu açıdan Hitit’in Orta Anadolu ya da Urartu’nun Doğu Anadolu’da yaptıklarıyla karşılaştırıp “yüksek kültür” tanımı yapmak yanlış olmayacaktır. Mikenlerin Işık’ın bakışıyla “hazıra konmaları” bu açıdan önem arz etmiyor bence; ortada yadsınamayacak yazılı ve arkeolojik bulgular var. Yani Girit ve Anadolu katkısını – isterseniz “sömürüsünü” – kabul ettiğimizde de bu gerçek değişmeyecek.  Işık yazısında Mikenlerin kendi iç dinamiklerini ve özgün olarak nitelendirebileceğimiz özelliklerini yok sayıyor. Eğer bir Miken kültürü ve egemenliği –yüksek kültürü- varsa Yunanistan’da, bunda Mikenlerin hiçbir becerisinin (ister siyasi, ister diplomatik, ister ekonomik, ister askeri) rolü bulunmuyor mu? Yani “yüksek kültür”le anlatılmak istenenin Işık’ın üzerinde durduğu sanat, mimari veya dini inançlardan ibaret olduğunu düşünmemeliyiz. Burada bence kastedilen, Miken toplumunun tüm özelliklerinin bize gösterdiği kanıtlar. Dolayısıyla Girit’in “Avrupalı olmayan” kültürüyle karşılaştırıldığında Mikenler “Avrupa’nın yüksek kültürü” ifadesini bu anlamda daha fazla hak etmektedir kanımca. Yine tekrar pahasına Urartu örneğine dönelim: Urartu yazıyı Doğu Anadolu’ya ilk kez getiren uygarlık olarak övülür bizler tarafından, ama aslında Asur çivi yazısını getirmişlerdir, kendi özgün yazılarını icat etmemişlerdir. Öyleyse bu Urartuların genel başarısını gölgeler mi? Urartu Doğu Anadolu’nun “yüksek kültürü” sıfatını hak eder mi, etmez mi? Sadece yazı da değil: Urartular hükümdarlık sembollerini, sanatını ve daha birçok şeyi Asur’dan almıştır. Urartu’yu Mikenlerden farklı kılan nedir? “Bizden” olmaları mı? Neden onları överken Mikenleri yeriyoruz? Kuşkusuz eğer bir sömürüden bahsedilecekse eskiçağda, bunun markası ne tek başına Mikenlerdir ne de antik Yunanlar. Mikenler Anadolu’dan ve Girit’ten bir şeyler almışlarsa benzer şekilde Anadolu uygarlıkları da Mezopotamya ve Mısır’dan, Yunanistan’dan ve Girit’ten çeşitli unsurları bünyelerine katmışlardır. Dünyanın belki de ilk uluslararası ağının kurulduğu Akdeniz Tunç Çağı’nda bu da çok doğal karşılanmalıdır.

Mikenlerden önce bölgede bir siyasi birliğin olmadığı açık. Çeşitli yerel beyliklerden veya Lerna gibi merkezlerden söz etmek mümkün. Mikenlerin Yunanistan’a ortak mimari, sanat, ikonografi, dini inanç, yazı, bürokrasi gibi birçok “uygarlık” unsurunu getirdiğini inkâr mı edeceğiz? Bu açıdan bakıldığında evet, ilk “yüksek” (ya da “gelişmiş”) kültür olarak kabul edebiliriz. Fakat yine ve yine şunu özellikle vurgulamam gerekiyor: Bu başarı, yani GTÇ’de söz konusu alanlarda görülen gelişmeler ve Yunanistan çapında farklı merkezlerin birörnek uygulamaları (özellikle ikonografi, Linear B bürokrasisi, din, mimari), Mikenlerin başka kültürlerden birçok şey aldığı gerçeğini dışlamaz, tıpkı Urartu’da olduğu gibi.

Bütün bunlardan benim “Avrupamerkezci” bir düşünceye sahip olduğum, Anadolu uygarlıklarını küçümsediğim sonucu çıkmaz umarım. Anadolu’nun Yunanistan’a katkısı kadar Yunan kültürünün de Anadolu’ya kazandırdıklarından bahsetmek, bu etkileşimleri iki ucu açık ve tüm tarafların kazançlı çıktığı bir süreç olarak görmek daha makul gibi geliyor bana. Demek istediğim burada “emek sömürüsü”ne indirgenemeyecek kadar (hiç olmadığını söylemiyorum) karmaşık dinamiklerin söz konusu olduğudur. Anadolu’nun da Girit’in de Miken’in de özgün yanları vardır ve birbirlerinden çeşitli yollarla etkilenmişlerdir. Bu etkileşimin de illa tek taraflı, yani Mikenlerin fatih ve sömürüyle aktif, Girit ve Anadolu’nun fethedilen ve sömürülen olarak pasif rollerle gerçekleştiğini söylemek söz konusu kültürlere haksızlık yapmak gibi geliyor bana. Buna bağlı bir diğer mesele de “sömürü” kelimesinin kendisi. Neden “etkileşim”, “ilham”, “sentez” ya da mesela Roma’nın yerel kültürlerle ilişkisi için kullanılan “creolization” gibi tanımlar mümkün değil? Bu terimlerle açıklanabilecek birçok kültürel, sanatsal, dinsel vb. alışveriş söz konusuyken sömürüyü mümkün tek etkileşim dinamosuymuş gibi göstermemiz doğru mudur? Özetle Fahri Işık Mikenlerin Girit ve Anadolu’dan çeşitli kültürel, mimari (duvar örgü teknikleri ve poternler) ve dini (kendisi değinmiyor ama mesela Ahhiyawa ve Lazpa tanrılarının II. Murşili’nin hastalığına çare için getirilmesi ya da Linear B tabletlerinde geçen Athena Potnia’nın (a-ta-na po-ti-ni-ja) Anadolu’da gelmiş olma ihtimali vb.) unsurları almış olduklarını söylerken elbette haklı; sorun buna nasıl yaklaşıldığıyla ilgili daha çok.

Bir diğer çekincem Işık’ın yazıda benimsediği bilimsel metodolojiyle ilgili. Metinde bazı bilim insanlarına ve eserlerine atıflar var. Fakat dikkatimi çeken şey, bu eserlerin hayli eski tarihli olmaları: Spyridon Marinatos’un Kreta und Mykenische Hellas’ı 1959’da, Arif Müfid Mansel’in Ege ve Yunan Tarihi 1947’de, Fritz Schachermeyr’in Zur Rasse und Kultur im minoischen Kreta’sı 1939’da, Rudolf Naumann’ın Architektur Kleinasiens’ı 1959’da, Friedrich Matz’ın Kreta und frühes Griechenland’ı 1975’te basılmış. Pierre Demargne’nin de adı geçiyor, fakat hangi eserinden alıntı yapıldığı metinde belirtilmiyor. Bununla birlikte eserlerine baktığımızda genellikle 50-60’larda üretken olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu yazarların aktif oldukları tarihlerden sonra yapılmış çalışmalara hiçbir atıfta bulunulmuyor. Bu zaman dilimi içinde yeni fikirlerin, açıklamaların, yaklaşımların ve arkeolojik/filolojik bulguların çıktığını – ki bunlardan bazıları Işık’ın savlarını destekler nitelikte de olabilir – kabul etmemiz gerekir. Üstelik Linear B’yle ilgili çok önemli ilerlemeler kaydedildi ki bunlar Mikenleri Işık’ın “ilkel” ve “basit” gibi tanımlarından rahatlıkla çıkarıp  bürokratik ve gelişmiş bir toplum (ya da “yüksek kültür”) olarak görmemize büyük katkı sağladılar.

Dürüst olmak adına şunu da ifade etmek isterim: Işık’ın zaman zaman söz ettiği kendi eserlerinde daha yeni kaynaklara yer vermesi muhtemel ve yazıda kaynakça bulunmamakla birlikte yeni kaynaklara da başvurmuş olma ihtimaline yer bırakıyorum. Ayrıca derginin niteliği böyle bir metin için de uygun olmayabilir. Yine de sadece elimizdeki metin bağlamında konuşursak, Işık kendi fikrini destekleyen kaynaklara yer verirken, buna karşı çıkanlardan bahsetmiyor. Bu da savının gücünü zayıflatıyor, çünkü aleyhte görüşlere sahip bilim insanlarının isimlerini, eserlerini, çalışmalarından alıntıları vererek onlarla tartışmıyor. Burada bir meydan okuma var, ama şüphe duymaksızın ikna olabilmemiz için Işık’ın karşıt iddiaları net bir şekilde aktararak onları tek tek çürütmesini bekleriz. Bu eleştirimi tamamen bu yazı çerçevesinde yaptığımı yeniden vurgulamak isterim. Kendisinin başka mecralardaki makaleleri bunu yapıyor olabilir.

Işık iddialarının aleyhinde fikirleri alıntılayıp çürütmek yerine, kendi fikrini destekleyen çalışmalara atıfta bulunuyor. Ancak genel olarak bakıldığında, aslında Işık’ın bu yazıları yazmasının sebebi doğal olarak kendisi tarafından eleştirilen bazı görüşlerin varlığı, yoksa bu yazıları kaleme almasının bir anlamı olmaz. Fakat bu görüşlerin tam olarak ne anlattığı, neyi savunduğu konusunda tatmin edici bir bilgiye sahip olamıyoruz. Muğlak şekilde böyle fikirlerin ortada dolaştığına dair bir izlenimimiz var, fakat aslında gerçekten ne dediklerini bilmiyoruz, sadece Işık’ın bunlar hakkındaki yorumlarını okuyoruz ve bu da tek taraflı bir bakış açısı sunuyor bize.

Özet olarak, Mikenleri ya da herhangi bir eski kültürü bu şekilde tanımlanmakla meseleyi doğru tartışmadığımızı düşünüyorum. Yoksa Mikenlerin Anadolu ve Girit’ten aldıklarını inkâr edecek değilim elbette. Fakat toptancı ve çok öznel bir bakışla Mikenleri tamamen görmezden gelmek ya da başarılarını küçümsemek bizi sağlıklı bir değerlendirmeden alıkoyacaktır. Bir kültürü önyargılarla çalışmanın sakıncaları konusunda herkesin hemfikir olacağına eminim. Daha ziyade, amiyane tabiriyle “işler o zamanlar öyle yürüyordu” bakışıyla olayları öncelikle kendi mantığı içinde incelemenin çok daha nesnel (asla tamamen nesnel olamayız) bir içgörü sağlayacağına inanıyorum.

Antik Atina Siyasetinden Az Bilinen Bir Kadın: Elpinike

MÖ 5. yüzyıl Atina’sında siyaset, belki de Roma İmparatorluğu’ndan daha belirgin şekilde erkeklerin egemenliğindeki bir alandı. Roma’da konumları ve bağlantıları sayesinde bir şekilde siyasetle ilgilenmiş ya da siyasete bulaşmış kadın figürlerden haberdar olmamıza ragmen, siyaseten hayli aktif ve üstün beşinci yüzyıl Atina’sı için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Bu dönemde siyasetle adı anılan en ünlü kadın şüphesiz Perikles’in gözdesi Aspasia’dır. Ancak antik kaynaklarda Perikles karşıtı faaliyetleriyle dikkat çeken, ancak adı pek bilinmeyen ünlü general Kimon’un kız kardeşi Elpinike’nin hakkını da vermemiz gerekiyor.

Elpinike MÖ 501 civarında Atina’da doğdu. Babası Yunanların Perslere karşı MÖ 490’da Marathon’daki zaferinde önemli rol oymanış general Miltiades, annesi ise Thrakia hükümdarı Oloros’un kızı Hegesipyle’ydi. Miltiades Paros’a düzenlediği başarısız saldırıdan sonra 50 talent tazminat ödemeye mahkum edildi ve ailenin ekonomik durumu bozuldu (Hdt. 6.136). Bu yüzden çeyizini kuramayan Elpinike (Yunan âdetlerine göre kız tarafının evlilikten sonra kocanın idaresine geçecek bir çeyiz hazırlaması gerekiyordu) Atina siyasetinin önemli isimlerinden ve general ağabeyi Kimon’la birlikte yaşamak zorunda kaldı. Kimon’un rakipleri bu mecburi birliktelik üzerinden kardeşler arasında ensest ilişki yaşandığına dair dedikodular çıkarırken Elpinike’nin güzelliğini de değinmeden geçmiyorlardı. Anlatılanlara göre Elpinike o kadar güzeldi ki Kimon’un arkadaşı ünlü ressam Polygonotos Troia’lı Laodike için kendisini model olarak kullanmıştı. Zaman içinde ağabeyi babasının borcunu ödemeyi başarmış ve Elpinike dönemin en zengin Atinalılarından Kallias’la evlenerek Atina’nın ileri gelen ailelerinden Phileidai’a girmiştir. Ancak bu evlilik de eleştirilmişti: Kallias’ın Elpinike’ye aşık olduğu ve onunla evlenmek koşuluyla Miltiades’i içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kurtardığı söyleniyordu (Plut. Cim. 4.5-7). Bu iddiaların gerçeği yansıtmadığı söylenebilir. Öncelikle Atinalıların gözünde “aşk” ya da “erotizm” evlilik nedeni olarak pek geçerli değildi. İkincisi, Kallias’ın aşık olması için Elpinike’yle daha önce bir ilişkisi olması gerekiyordu ki bu da yine namuslu bir kadın için uygunsuzdu. Son olarak Kallias’ın evliliği satın alması, çeyizi (drahoma) hazırlamakla yükümlü Elpinike’nin ağabeyi Kimon’a hakaret anlamına geliyordu.

Elpinike’nin eleştiri oklarına hedef olan Perikles ilk bakışta sıra dışı yeteneklere haiz bir general (strategos) gibi görünse de aslında öncelleri ya da muadilleriyle karşılaştırıldığında geride kalmaktaydı. Öyle ki Plutarkhos onu başkaları tarafından kazanılmış zaferlerin üzerinden geçinen biri olarak tanımlamıştır. Perikles’e ayrıcalığını sağlayan şey aslında Kimon, Myronides, Leokrates ve Tolmides’in başarılarıydı. Bu avantajı da şehrin topraklarını savaşla genişletmek ve korumak için değil, festivaller yapmak için kullanmıştı (Plut. Per. 1.2). Perikles Plutarkhos’un anlattığı kadar beceriksiz bir komutan değildi, ancak askeri operasyonlar konusunda diğerlerinin yanında sönük kalıyordu.

İşte Perikles’in askeri alandaki bu yetersizliği Elpinike’nin alaycı sözlerine hedef olmuştu, ama aslında bu, Perikles ve Elpinike’nin ilk kez karşı karşıya gelişi değildi. Daha önce ağabeyi Kimon aleyhine açılmış bir ihanet davası sırasında Elpinike, savcı mevkindeki Perikles’le görüşerek ricacı olmuş, fakat general ona “Elpinike, sen böyle işler için çok yaşlısın” gibi cinsellik iması içeren bir yanıt vermişti. Yine de Plutarkhos’a bakılırsa aynı zamanda Kimon’un rakibi olan Perikles davada nispeten ılımlı davranmış ve sonunda ona diğer davalılardan daha az zarar vermişti (Plut. Per. 10).

Elpinike’nin Perikles’e halk önünde açıkça karşı çıkışı bundan sonra olmuştur. General MÖ 440’da, Atina’ya baş kaldıran müttefiki Samos’un bozguna uğratılmasının ardından verdiği cenaze söylevini bitirdikten sonra,

kürsüden aşağı indi. Birçok Atinalı kadın kendisi alkışladı ve sanki muzaffer bir atletmiş gibi Perikles’e çelenkler sundu. Ancak Elpinike Perikles’in yanına gelerek şunları söyledi: “Bu soylu bir davranıştı Perikles ve bunun için tüm çelenkleri hak ettin. Bu cesur vatandaşlarımızın hayatını boşa harcadın, ama ağabeyim Kimon’un Perslere ya da Fenikelilere karşı çapıştığı savaşlarda değil, müttefiklerimizden biri olan bir Yunan şehrinin tahribinde.” Söylenene göre Perikles Elpinike’nin sözlerini istifini bozmadan dinledi, sadece gülümsedi ve ona Arkhilokhos’un bir dizesiyle cevap verdi: “Gri bir başta neden pahalı parfümler var?” (Plut. Per. 28)

Peloponnesos Savaşı’nın ilk yılında ölenlerin anısına MÖ 431’de verdiği cenaze söylevindeki ifadeleri, Perikles’in Elpinike ve diğerlerinin eleştirilerini dikkate aldığını ima etmektedir. Thukydides’e göre general konuşmada işlerini yücelten ifadelerden kaçınmaya özen göstermişti.

Üstelik Elpinike bu eleştirilerini Perikles’le aynı ittifak ağında olmasına ragmen yapmıştı, zira Perikles’in eşi Deinomakhe’nin ilk kocası Hipponikos’un (II) annesiydi. Elpinike’nin babası Kimon da Perikles’in dahil olduğu Alkmainoidai ailesinden Isodike adlı bir kadınla evlenmişti. Ancak bu ilişkiler Kimon ve Elpinike’nin – ve taraftarlarının – Perikles ve takipçileriyle açıkça çatışmasına engel değildi. Öte yandan bu eleştiriler karşısında Kimon ve Elpinike’yi hedef alan bir propaganda faaliyetinden söz edebiliriz. Atina agorasından bir ostrakon üzerinde Kimon’un kızı Elpinike’lye ensest ilişki yaşadığını ima eden bir ifadeye rastlıyoruz: “Miltiadesoğlu Kimon, buradan git ve Elpinike’yi de yanında götür!” Muhtemelen bu Plutarkhos’un bahsettiği asılsız söylentilerle ilgili bir muhalefetti.

Elpinike ve ağabeyi Kimon aleyhine ostrakon (MÖ 462 civarı)

Bu hakaretler Atina siyasi hayatında belli bir nüfuz elde etmiş bir kadın için normal sayılabilir. Elpinike’nin ağabeyine bağlılığı ve Perikles’le doğrudan etkileşimi kendisi hakkında “hafif kadın” söylentilerine yol açmış olabilir. Elpinike ya da ondan daha fazla Perikles’in gözdesi Aspasia’nın isimlerini biliyoruz, çünkü bunlar kendi zamanlarında kötü şöhretli ya da dile düşmüş kadınlar olarak görülmekteydiler. Klasik Dönem Atina’sında namuslu bir kadının adını halk arasında telaffuz etmek uygun değildi. Adıyla hitap edildiği zaman bu, o kadını hem ahlak hem de sınıfsal açıdan herkesin yanaşabileceği “bayağı” bir kişi olarak tanımlamaktaydı. Üstelik adıyla hitap, kadından ziyade kocası veya Elpinike örneğinde erkek kardeşine hakaret olarak algılanıyordu. Bazı kaynaklar Elpinike’nin hem Kallias’la hem de Perikles’le görüşmesinde kadınlığını kullandığını özellikle belirtse de aynı olaylara atıf yapan diğer güvenilir kaynaklarda olaylar cinselliğe vurgu yapılmadan aktartılmıştır.

Konumu ve belki de geçkin yaşından aldığı cesaretle erkek egemen Klasik Atina siyasetinde kendisine yer edinmiş Elpinike, diğer benzer figürler gibi erkeklerin elinden çıkmış antik kaynakların imalarına ve suçlamalarına maruz kalmıştır. Halk içinde Perikles’i doğrudan eleştirebilmiş olması cesaretinin bir göstergesi olarak alınabilir. Atina demokrasisi, şehitlerini kahramanlaştırılma çabasının karşısında duran ve askerlerin devlete bağlılıklarını zayıflatan eleştirel aykırı seslere müsamaha göstermemiştir. Elpinike’nin eleştirileri gibi çağdaş kadın tragedya kahramanlarının ölülere yaktıkları ağıtlar ve öfkeleri de şehrin birliğine tehdit olarak görülmüştür.

Kaynakça

Azoulay, V., Pericles of Athens, çev. J. Lloyd, Princeton University Press, Princeton, 2014.

Davies, J.K., Athenian Propertied Families, 600-300 BC, Oxford University Press, Oxford, 1971.

Fantham, E. et al. (ed.), Women in the Classical World. Image and Text, Oxford University Press, Oxford, 1994.

Lightman M. – Lightman, B. A to Z of Ancient Greek and Roman Women, Infobase Publishing, New York, 2008.

Samons II, L.J. (ed.), The Cambridge Companion to Age of Pericles, Cambridge University Press, Cambridge, 2007.

Walters, K.R., “Women and Power in Classical Athens”, Woman’s Power, Man’s Game: Essays on Classical Antiquity in Honor of Joy K. King, ed. M. DeForest, Bolchazy-Carducci Publishers, Wauconda, 1993, 194–214.

Platon Sunar: “Us”

Jordan Peele’ın Get Out’tan sonraki ikinci filmi Us merakla bekleniyordu ve eleştirmenler bunun da önemli bir başarı olduğu konusunda büyük ölçüde hemfikirler. Ancak ilginç şekilde şimdiye kadar okuduğum yorumların çok azı filmin Platon’un mağara alegorisiyle çok açık ilişkisinden bahsetmiş ve bunu da üstünkörü bir şekilde yapmış. Oysa Us, benim bilebildiğim kadarıyla sinemadaki en doğrudan – üstelik korku türünde – Platon adaptasyonu. Bununla yönetmenin Platon’un fikirlerini doğrudan beyazperdeye aktardığını söylemiyorum, ama kendi derdini anlatmak için flozofun çeşitli fikirlerini filmine diğer filmlere göre daha belirgin şekilde enjekte etmiş. Bu anlamda Platon’dan daha dolaylı yararlanan başta The Matrix olmak üzere diğer birçok filmden ayrıldığı söylenebilir.

Platon mağara alegorisi çok bilinen bir felsefi kavram olsa da yazının amacı doğrultusunda kısaca özetlemekte fayda var. Devlet’in 7. kitabında (514a vd.) Platon şöyle bir sahneyi anlatır: Bazı insanlar çocukluklarından itibaren bir mağarada tutsaktırlar ve boyunlarına bağlanmış zincirlerle yalnızca bir duvara bakabilmektedirler. Arkalarındaysa tek bir ateş kaynağı onlara ışık sağlamaktadır. Gerilerinde, yani ateşle aralarında bir yol ve uzun bir duvar vardır. Yol boyunca duvarın ardından yürüyenler – ve tutsakların göremediği – kişiler tüm nesne türlerini taşırlar: insan figürler, hayvanlar vs. Tutsakların gördükleri tek şey bu nesnelerin mağara duvarlarına yansıyan gölgeleridir. Bu gölgeler onların dünya ve şeyler hakkında bildikleri her şeydir. Mağaranın dışında giden yolun sonunda ise gerçek ışık kaynağı Güneş parlamaktadır.

Platon 517a’da mağara benzetmesinin bilginin çeşitlerini göstermeyi amaçladığını söyler. “Bilinebilen” dünyadan farklı olan “görünebilen” dünya mağaradaki tutsaklık durumudur; ateş ise Güneş’e karşılık gelir. Mağaradan çıkışa doğru tırmanmak, görünürün dünyasından bilinebilir (düşünebilir/öğrenilebilir) dünyaya doğru yükselmek anlamına gelmektedir. Tutsaklar aynı gerçek dünyada olduğu gibi mağaralarında da nesneler ve onların gölgeleriyle birliktedir, fakat tutsaklar arkalarında duvardan yükselen nesneleri görmez, sadece önlerindeki duvarda geçen gölgeleri fark ederler. O hâlde gölgelerin kaynağı olan nesneleri fark etmek bilginin bir üst basamağıdır. Ancak iş bununla bitmez: Mağara dışındaki “gerçek” dünyanın nesneleri ve gölgelerinin üzerinde bir de bu “mağara dışı” nesnelerin bir de ilk imgeleri vardır ki onlar da “idealar dünyası”nı meydana getirirler. Tutsak özgür olma, gerçek nesneyi görme ve o “gerçekliğin” daha mükemmel bir kopyası olduğunu anlayana kadar bilgisini arttırabilir. Tutsaklar eğitim ve cehalet durumu açısından insan doğasını, öğrenme, eğitim ve bilgi ihtimalini temsil ederler. Tutsakların gerçek nesneleri görmesi gibi insanlar da eğitimle ideaları görürler. Dolayısıyla idealara varana kadar geçilmesi gereken birkaç basamak vardır; mağaranın dışına çıkmak bunlardan sadece biridir.

Diğer bir deyişle Platon çevremizde algıladığımız her şeyin yalnızca görüngüden ibaret olduğunu anlatır. Hakikat ise görünüşün ondan türediği idealar ya da formlar evrenidir. Tikel bir siyah at, tümel at formundan veya aynı şekilde siyahlık ideasından pay alarak türemiştir. Duyularımız aracılığıyla algıladığımız fiziksel evren daimi değişim ve devinim hâlindeyken, zihnin algıladığı idealar evreninde değişim yoktur, dolayısıyla ebedidir. Aklın rasyonel kullanımı bize değişmeyen, evrensel ideaları bulmada – mağaradan çıkmakla kalmayıp daha ötesini görmemize – yardımcı olabilir. Tümel idealar evreninin daha az önemli formlaran başlayan ve soyut, yüksek idealara doğru giden hiyerarşik bir yapısı vardı. Hiyerarşik düzenin en tepesinde ise “iyi” ideası (agathon) yer alır. Daimi devinim hâlindeki tikel nesnelerin dünyasını göz ardı eder ve idealarını zamansız hakikatine dikkatimizi verecek olursak ruhumuz Güzel, Hakikat ve İyi idealarına erişir.

Us bu tasavvuru doğrudan benimser ve bazı görsel göndermelerle pekiştirir. Gerçek dünyadaki insanların birer kopyası olan ve onların yaptıklarını taklit eden “Bağlılar” (Tethered) mağara dışındaki gerçek nesnelerin mağaradaki temsilleridir; aynı mağara gibi bir yeraltı kompleksinde bulunurlar. Adelaide’ın kendi kopyasını bulacağı bu kompleksin holleri beyazdır; mağaranın çıkışında gerçeği gören tutsağın Güneş’e çıkışını hatırlatır. Daha da ilginci Adelaide’ın kopyası Red’i gördüğü mekânın duvarlarındaki el baskılarıdır. Bunlar hem düzenlenişleri hem de renkleri açısından, Arjantin’deki MÖ 7300 civarına tarihlenen Eller Mağarası’nın (Cueva de las Manos) duvarlarından el baskılarına çok benzer. Dolayısıyla film hem Bağlıların niteliği hem de görsel ipuçlarıyla Platon’un tasavvurunu ve filmin temasını sıkı bir şekilde birbirine bağlar.

Eller Mağarası (Cueva de las Manos), MÖ 7300, Arjantin ve Us‘taki yeraltı kompleksinden bir mekân

Bununla birlikte bir yandan film Platon’la hayli dolaysız bir ilişki kurarken, diğer yandan mağara alergorisini bazı açılardan tersyüz eder: Filmin başında mağara dışındaki gerçek dünyada gördüğümüz Adelaide’ın aslında mağaradaki bir Bağlı olduğunu, mağara dışındaki “gerçeğini” mağaraya (yeraltındaki laboratuvar kompleksi) götürerek onu “tutsak” yaptığını öğreniriz. Yani yukarı çıktıktan sonra nereden geldiğini unutan Bağlı, hakikati “mağaradan yukarı yürüyüp ışığa çıkma”nın karşılığı denebilecek “aşağı inme” eylemiyle öğrenir. Red Adelaide’a “gölgelerin” toplumun kontrol etmek amacıyla yaratılan kopyalar olduklarını, fakat deneyin başarısızlığa uğradığını söyler: Zihinlerin ve bedenlerin ikiye ayrılmış, ancak her insanın ruhu ikiye bölünmüştür. Sonunda Adeleide (yani gölge Red) Red’i (yani gerçek Adeleide) öldürür ve yerine geçer. Elbette filmin sonunda aslında bunun tersinin de gerçli olduğunu görürüz; yani filmin başında gerçek çocuk Adelaide’ı aynalar holünde gören gölgesi bu açıdan aslında mağaradan çıkmış sayılabilir.

Dolayısıyla mağaradaki çocuk Adelaide’ın gölgesi Platon’un da dediği gibi bir kere mağaradan çıkıp şeylerin gerçek doğasını görünce geri dönmek istemeyen tutsaktır. Ancak Red için bu kanımca Platon’un kastettiği hakikat değildir;  Adelaide’ın rahat üst sınıf hayatıdır. Bir kere bunu deneyimledikten sonra mağaraya geri dönmek istemez. Wilson’lar ve Tyler’ların erkekleri deniz kenarında bir ev, tatil, bir tekne üzerine konuşmakta, Adelaide’ın kocası Gabe zengin arkadaşı Josh’u etkilemek için onun gibi bir tekne almayı istemektedir (ki alır). Red mağara dışındaki yaşamın nihai hakikat olduğunu düşünür. Yönetmenin hem Key & Peele  şovu hem de ilk filmi Get Out’tan dolayı Amerikan tarzı yaşam ve beyaz üstünlüğüne bakışını bildiğimizden, bence yönetmen burada da mağaradan çıkışla erişilen yeni hakikatin, yani Amerikan tarzı üst sınıf hayatının bir aldatmaca olduğunu söylüyor. Siyah aile beyaz arkadaşlarının konformist üst sınıf yaşamına özenmektedir, ama bu içi boş bir arzudur. Red ise Adelaide’ın yaşamına özenir. Yukarıda beyaz ve siyah aile arasındaki sınıf farkı (veya gelir düzeyindeki fark), Adelaide ve Red arasında da vardır: yukarısı ve aşağısı olarak. Platon için maparadan idealar dünyasına giden yol cehaletin yok olarak bilgeliğe erişilen aşamaları temsil eder. Filmde ise aynı yol sınıf farkının ortana kalkması için alınmalıdır. Bu noktada filmin bana kalırsa hayli kaba bir ima içeren bir sahnesinden de bahsetmek gerekiyor: Adelaide’ın evi istila edildiğinde, Red’e kim olduklarını sorar ve ondan “Amerikalıyız” cevabını alır. Bu cevap anlamını filmin sonunda Red’in gerçek Adelaide olduğu anlaşılınca bulacaktır. Filmin bu bağlamda gerçek Amerikalılığın ne olduğu üzerine düşünmemizi istediği açıktır.: Filmin finalinde Red’in gerçek Adelaide olduğunu anladığımıza göre, başından beri gölgesiyle özdeşleştiğimiz gibi rahatsız edici bir gerçek ortaya çıkar. Üst sınıf bir ailenin hayatı mı bize bu tablonun gerçek olduğuna inandırmıştır?

Filmin yine kısmen Platon’dan esinlendiğini düşündüğüm bir diğer yanını da değerlendirmek uygun olabilir. Platon’un Şölen diyalogunda Aristophanes sevginin sırrını açıklayan bir hikâye anlatmaya başlar (189e-193a). Buna göre insanlar baştan erkek ve dişi olarak ikiye ayrılmıyordu; her ikisini de içine alan Androgynos adında üçüncü bir tür mevcuttu. Bu cins “yuvarlak sırtları ve böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da bacağı vardı… Bir boyun üzerinde ters yöne bakan birbirinin aynısı kafalar bulunuyordu.” Aristophanes “göğe tırmanıp tanrılara karşı gelmeye yeltenen” Ephialtes ve Oltos’un bu cinsten olması gerketiğini söyler. Zeus ve diğer tanrılar aleyhlerine olan bu riski bertaraf etmek isterler, fakat Androgynos cinsi kendilerine adaklar ve kurbanlar sundukları için onları istemezler. Onun yerine Zeus bu fiziksel avantajlarını ortadan kaldırmak için onları ikiye ayırır ve ters yöne bakan cinsel organlarını öne getirerek birbirlerini arzulamalarını sağlar. Böylece insan soyu çoğalarak tanrılara kurban sunmaya devam edecekti. Aristophanes böylece insanın benzerine duyduğu sevginin çok eski zamanlardan kaldığını belirtir; her bir kişi bir başkasının symbolonudur. Adı konmasa da ABD hükümeti olduğu anlaşılan kopyalama işinin yürütücüsü güç de benzer şekilde insanları ayırmaya çalışmış, fakat bu yarıları aynı ruhu paylaşmaya zorlamıştır. Tıpkı Zeus ve diğer tanrılar gibi hükümet de kendilerine başkaldırmadan hizmet edecek nüfus yaratmak amacıyla, onları “ikiye bölerek” aşağıdaki gölgeleri üzerinden yönetmeyi mi planlamıştı?

Son olarak filmin burada bahsetmeyeceğim birkaç önemli mantık hatası içerdiğini ve yönetmenin aklındakileri filme doyurucu şekilde aktaramadığını düşünüyorum. Geride çok fazla soru işaret kalıyor ve bize gösterilenlerin filmin derdi için uygun olduğu, fakat eksik kaldığı gibi izlenim edindim. Yine de yönetmenin Platon’u bir korklu filminde yaratıcı şekilde kullanmış olması takdire şayan.

Lex Oppia ve Romalı Kadınların Sokak Direnişi

MÖ 215’teki Cannae Savaşı’nda Hannibal karşısında bir konsülle koca bir orduya mal olan feci yenilgiden ve denizdeki bazı bozgunlardan sonra Roma’da büyük bir panik başlamış, Hannibal’in şehrin kapılarına dayandığına dair söylentiler ortalıkta dolaşmaya başlamıştı (Liv. 22.59; Polyb. 3.117). Daha da önemlisi, bu endişelerin ortasında Romalıların orduyu yeniden ayağa kaldırmaları için kaynak bulması gerekiyordu. Çare olarak plebs tribunusu Gaius Oppius’un getirdiği ve özellikle kadınların birikimlerini hedef alan lex Oppia adında bir kanun çıkarıldı. Buna göre kadınlar yaklaşık 30 gramdan ağır altın takılar takamayacak ve renkli kıyafetler giyemeyecek, ayrıca dini festivaller dışında şehrin 1,6 km çapı dahilinde atlı arabalarla seyahat edemeyeceklerdi (Liv. 34.1).

Bundan 20 yıl sonra, 195’e gelindiğinde, İtalya’daki Kartaca tehdidi ortadan kalkmıştı, fakat yasa hâlen yürürlükteydi. Dönemin olağanüstü koşulları altında belki de gerekli olan bu önemlere mevcut ortamda artık ihtiyaç yoktu. Nihayet iki plebs tribunusu Quintus Fabius ve Lucius Valerius lex Oppia’nın yürürlükten kaldırılması için bir teklif verdiler. Bu hareketleri siyasette farklı tepkilere neden oldu. Diğer plebs tribunusları M. Iunius Brutus ve T. Iunius Brutus yasanın kaldırılmasına izin vermeyeceklerini açıkça belirttiler. Senatörler yasanın aleyhine veya lehine konuşmak üzere söz alırlarken Capitolium da yasanın destekçileri ve karşıtları tarafından doldurulmuştu. Ayrıca lex Oppia’nın asıl hedefi olan üst sınıflardan evli kadınlar da (matrona) alana yığılmaya başladılar. Livius’a göre ne eşleri ne de magistratusların yetkileri onları durdurabilmişti. Bütün sokakları işgal eden ve foruma girişleri engelleyen matronalar yollarına çıkan erkeklerden yasanın iptalini talep ediyor, tehlikenin geride kaldığını, şehrin zenginleşmeye başladığını söylüyorlardı. Kırsaldan ve diğer şehirlerden gelen hemcinsleriyle artan kalabalık sonunda konsüller ve praetorlara ulaşmayı başardı.

Senatodaysa M. Porcius Cato yasayı savunan bir konuşma yaptı. Konuşması meselenin özünden ziyade kadınların Roma geleneklerine yakışmayan protestolarına yönelikti. Cato matronaları Romalı kadınlardan beklenen mütevazılık ve ölçülülükle davranmadıkları için suçluyor, şikayetlerini evlerinde kocalarına iletmeyip sokakları doldurmalarını eleştiriyordu. Erkeklerin işi olan siyasete kadınların bu şekilde müdahil olmasından hoşnut değildi ve asıl istediklerinin sınırsız, denetimsiz bir özgürlük olduğunu öne sürüyordu. Siyasete karışarak erkeklerinkine denk bir konuma gelen kadınların ileride onların efendisi olmasını ne engelleyecekti? Tutucu ve gelenekçi karakteriyle ünlü Cato’nun asıl derdi doğunun zenginliği ve egzotizminin etkisi altında kadınların lükse, gösterişe, kibire savrulmasını engellemekti. Ona göre Yunanistan ve Asya’ya yayılan Roma, artık vatandaşların arzularını uyandıracak, iştahlarını kabartacak her şeye sahipti. Geçmişte Pyrrhos Romalı kadınları rüşvetle kandırmaya çalışmış, fakat henüz lex Oppia yokken bile kadınlar bunu reddetmişti. O zamanlar senatörler böyle bir yasa getirmeyi akıllarından dahi geçirmemişlerdi, zira kısıtlamaları gereken bir savurganlık veya lüks yoktu. Şimdi ise hastalık yayılmadan tedavinin uygulanması için yasa elzemdi (Liv. 34.2-3). Buna karşılık yasanın kaldırılmasını savunan Valerius, Cato’nun yasayı tartışmak yerine sadece kadınları azarladığını söyledi. Kendileriyle doğrudan ilgili bir yasa karşısında kadınların söz söylemesinin doğal olduğuna, bunu Cato’nun iddia ettiği gibi bir isyan, hatta plebsinkine benzer bir tepki (yani secessio) olarak tanımlamanın haksızlığına vurgu yaptı. Ardından da bizzat Cato’nun eseri Origines’te kadınların inisiyatifi ele aldığı bazı olaylardan örnek verdi. Toplumun her kesimi refahtan pay alırken kadınları bundan mahrum etmek ne kadar doğruydu? Kocaları erguvan giyerken kadınların giymemesi kabul edilebilir miydi (Liv. 34.5-7)? Kanun olağanüstü bir zamanda çıkarılmış geçici bir karardı ve Valerius da bunu vurgulamasına rağmen, Cato Roma’nın geçmişi ve değerlerine göndermelerle yasayı geleneksel bir metinmiş gibi ele alıyordu. Ancak rakibinin belirttiği gibi lex Oppia ne krallara kadar gitmekteydi ne de On İki Tablet’e geçirilmişti. Aksine zamanın şartlarına göre kaleme alınmış yeni tarihli bir metindi.Ertesi gün kadınlar çok daha büyük sayılarla sokaklara akın ettiler ve yasanın kaldırılmasını engelleyen plebs tribunusu iki Brutus’un evlerini kuşatarak vetolarından vazgeçmedikleri sürece yerlerinden ayrılmayacaklarını söylediler. Bu kararlı eylemleri sonucunda kadınlar kendi klanlarında yasa için oy kullanacak Roma vatandaşlarını etkilemeyi ve yasayı kaldırmayı başardılar.

Yasa altın, gümüş, pahalı elbiseler gibi değerli kadın eşyalarına yönelik bir kısıtlama getirdiğinden, olaylara karışmış kadınların daha ziyade üst sınıflara mensup olup olmadığına bakmak gerekir. Roma’nın seçkin kadınları elbette kendilerini patrici ya da plebs benzeri bir sınıf olarak görmüyorlardı; böyle bir iddiada bulunabilecek konumda da değillerdi, ama sosyal statüleri muğlaktı. Bu durum 3. yüzyılın başında yargıç Ulpianus tarafından da belirtilmiştir (Dig. 1.9.1):

Konsül mertebesinde bir adamın aynı mertebede bir kadından ayrıcalıklı olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Fakat praefectus kademesindeki bir adamın aynı kademeden bir kadından daha ayrıcalıklı olup olmadığına bakılmalıdır. Bana kalırsa öyledir, çünkü erkek cinsiyetinde daha büyük bir saygınlık vardır. 

Bu yoruma rağmen, antik kaynaklarda üst sınıftan kadınlara özgü ordo matronum olarak geçen kafa karıştırıcı bir “sınıftan” söz edilir. Bu “matrona sınıfı” Romalı seçkin erkeklerin mensup olduğu sınıfların bir taklidi gibi görünmektedir, fakat bu anlamda resmiyeti olmadığından net şekilde tanımlanmamıştır. Kaynaklarda “alt sınıf kadınlarından” farklı olarak kabaca kamuda birlikte hareket eden evli üst sınıf kadınlara özgü bu terim, mesela Livius tarafından MÖ 3. yüzyıln başında Pudicitia Plebeia festivali için toplanan seçkin plebs ailelerinden kadınlar için kullanılmıştır. Plautus’ta ise “fahişe sınıfı”na mensup iki azatlı kadın, seçkin matronaların meydana getirdiği kapalı topluluktan kıskançlıkla şikâyet eder (Plaut. Cist. 23 vd.; Liv. 10.23.10). Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, ordo matronum soylu geçmiş, zenginlik ve evlilik gibi özellikleriyle senatör sınıfının kadınlara özgü paraleli olarak karşımıza çıkar. Bu kadınların da tıpkı senatörler gibi sınıflarına özel alametleri vardı: Geleneğe göre, Coriolanus’un Roma kuşatmasını kaldırmaya ikna eden matronalara senato tarafından (stolaya ilaveten) vitta (bir tür saç süsü ya da başörtüsü) ve erguvan elbise giyme, altın takılar takma hakkı tanınmıştı (Val. Max. 5.2.1). Daha sonra, Roma’nın MÖ 396’da fethettiği Veii’nin yeniden imarı için devlet hazinesine altın olarak yaptıkları katkılara binaen festival ve iş günlerinde şehir içinde arabayla (iki tekerli carpentum veya onun dört tekerli lüks tipi; bu sadece çok az matronaya, özellikle Claudius’un eşi Genç Agrippina gibi hanedan kadınlarına bahşedilmiş bir ayrıcalıktı) dolaşmalarına izin verildi (Liv. 5.25.9). Bu kadınların imparatorluk döneminde conventus matronum denilen toplantılarda bir araya geldiklerini biliyoruz. Mesela Seneca’da bir kadın conventusta diğer kadınlara göre daha düşük kalan statüsünden yakınır (Sen. de Matr. 13.49). Suetonius Genç Agrippina’yla Galba’nın kayınvalidesi arasında conventusta geçen bir tartışmadan bahseder (Suet. Galb. 5). Elagabalus da conventus kadınlarından annesi Iulia Soemias’ın başkanlık ettiği bir “kadınlar senatosu” kurmuştu (SHA  Heliogab. 5).

Üst sınıftan kadınların tipik Roma sınıflarıyla ilgisi dolaylıydı, yani sosyal konumları babaları veya eşlerinin statülerine bağlıydı, ama aynı zamanda muğlaktı da: Bir yandan ordo matronum dahilinde alt sınıf kadınlarından çeşitli ayrıcalıklarla ayrılıyor, diğer yandan tüm sınıftan kadınlar birörnek bir kesim gibi görülerek sosyal özelliklerine bakılmaksızın erkeklerden farklı bir yere koyuluyorlardı. Lex Oppia’ya karşı düzenlenen protestolar işte ordo mataronuma özgü bu ayrıcalıkların geri alınmasına yönelikti.

Maymunlar Cehennemi ve Klasik Kültür

Maymunlar Cehennemi’nin bilimkurgu filmleri arasındaki ayrıcalıklı yerini tartışacak değilim, ancak bildiğim kadarıyla üzerine derinlemesine durulmamış bir yönünden, Yunan-Roma uygarlıklarıyla ilişkisinden bahsedeceğim ki bu da filmi daha ilginç kılıyor. Aslında tüm seriyi -yeni çevrim dâhil- göz önüne aldığımızda asıl kahraman olarak karşımıza çıkan Caesar adıyla bir mesaj veriyor, fakat filmi Antik Çağ’a bağlayan tek şey bu isim değil. Serinin çeşitli maymun karakterlerine verilen ve hepsi aslen tarihi bir Romalı figüre ait adlar, görsel göndermeler ve maymun toplumunun yapısı, senaristlerin sadece Caesar’la sınırlı basit bir alegoriden fazlasını hedeflediklerini gösteriyor. Maymun toplumuyla Yunan-Roma dünyası arasındaki paralelliklerin her zaman işe yaradığını söyleyemeyiz. Her şeyden önce, karakterleri ve yaptıkları açısından Romalı Iulius Caesar’la maymun Caesar neredeyse hiç uyuşmuyor. Benzer şekilde, diğer maymunların görevleri, isimlerini aldıkları Romalı figürlerin geçmişleriyle aynı olmayabiliyor. Yine de seriyi yakından incelediğinizde, Yunan-Roma kültürüne göndermeler ilk bakışta görüldüğünden daha fazla ve ilgi çekici.

Beneath the Planet of the Apes’te general Ursus ve Dr. Zaius toga gibi giydikleri havlularıyla Roma’da âdet olduğu üzere hamamda siyaset tartışıyorlar.

Serinin tamamında Caesar dışında Honorius, Galen, Cornelius, Maximus, Ursus, Julius, Virgil gibi Latince kökenli isimler mevcut. Ancak bunların tamamını ele almamın imkânı yok, çünkü Maximus, Julius ya da Cornelius Roma tarihi boyunca birçok kişi tarafından kullanılmış. İlk filmde karşımıza çıkan Galen karakteri adını ünlü hekim Galenos’tan alıyor. Kendisi bir doktor olarak Taylor’ı inceleyen ilk kişi. Taylor için vahşi hayvan (beast) tanımını kullanan Galen, insanlara karşı tamamen önyargılı ve olumsuz bir tavır içerisinde; onların kötü koktuğunu, kirli olduklarını ve hastalık taşıdıklarını savunuyor. Bu ırkçı önyargıların benzerleri Pergamon’lu Galenos’un çalışmalarında bulunabilir. Her şeyden önce Galenos’un, MÖ 450’lerde Hippokrates’in coğrafi determinizm, yani coğrafi ve iklimsel koşulların insanların karakterlerini şekillendirdiği fikrinden etkilendiğini biliyoruz. Hippokrates’in izinde Asya ve Avrupa halkları arasında bir ayrıma giderek cesaret, azim, enerji ve iradenin Asya’nın koşulları altında gelişemeyeceği iddiasını kendisinden alıntılar. Dahası, zekâ ve anlama yeteneğini de coğrafyaya bağlayarak dağlılarla ovalılar arasında bir ayrıma gider. Elbette, bu görüşler sadece Hippokrates ve Galenos’a ait değildi; antik tıbbın genelinde kabul görüyordu (Isaac 2004: 85-87). Aynı şekilde Galenos MÖ 4. yüzyılda gelişmeye başlayan bir anlayışın devamı olarak bir fiziksel görünümün doğrudan ruh ve zekânın doğasına dair ipuçları verdiğini de ileri sürmüştür. Aslına bakılırsa çevre, fiziksel özellikler ve zihinsel yeteneklerin arasındaki bağlantıyı sistematik olarak rasyonelleştirmeye teşebbüs eden ilk figür olarak görülür (Benjamin 2004: 153). Son olarak, Galenos De sanitate tuenda’da (6.51) bu eseri “biz Yunanlarla barbarlar” arasındaki farkları göstermek için yazdığını belirterek ayrımcılığını açıkça belirtir. Dolayısıyla maymun Galen’in insanlar hakkındaki düşünceleriyle Pergamon’lu Galenos’un görüşlerinin birbirinden çok farklı olmadığını söyleyebiliriz.

Battle for the Planet of the Apes’te karşımıza çıkan “Virgil” karakteri, ismini ünlü Romalı şair Vergilius’tan alıyor. Orangutan Virgil’ı bir öğretmen olarak maymun şehrinde hem maymun hem de insanlara ders verirken görüyoruz. Senaryoda bu sahneler için filme yansımayan, ancak açıklama olarak yazılmış bazı ifadeler var ki senaristlerin Klasik kültüre ilgisinin devam ettiğini gösteriyor. Örneğin senaryo okul ortamını betimlerken öğrencilerin Roma’da olduğu gibi parşömenlere ya da ağaç kabuklarına yazdıklarını öğreniyoruz. Daha da ilginci, Virgil’ın dersi işleme biçimi senaryoda Sokrates’le karşılaştırılarak aynı filozof gibi öğrencilerin kafasını bilgiyle doldurmayıp onları tartışmalarla eğittiği anlatılıyor. Film Virgil’ı öğretmenliğinin yanında Caesar’ın dostu ve akıl hocası olarak gösteriyor. Bu açıdan Romalı şair Vergilius’la karşılaştırılması zor, ancak Vergilius’un, Augustus’un yakın dostu Maecenas’ın aracılığıyla imparatorun himayesine girerek Romalıların ulusal destanı olarak Aeneas’ı yazması, Caesar-Virgil ilişkisini andırıyor. Bunun dışında belki Aeneas’ın anlatısıyla Caesar arasında bir ilişki kurabiliriz. Destan büyük bir ulusun doğuşunu anlatması açısından, filmde organize olmaya başlayan maymun toplumunun ilk zamanlarıyla bir paralellik sunuyor. Bireyin topluluğa boyun eğmesi fikri Roma ideolojisinin temellerinden ve bunun Aeneas’ta vücut bulması, destanın ana temalarından biri. Bu anlamda Caesar’ın özellikle yeni serideki fedakârlıkları belki kendisiyle Aeneas arasında daha yakın bir bağ kuruyor sanki; orijinal seride bu daha az belirgin. Senaristlerin Virgil karakterini bazı çok genel paralellikler dışında Antik Çağ açısından pek yaratıcı kullandıkları söylenemez.

Son olarak serinin asıl kahramanı Caesar’a değinelim. Tarihi Caesar ile maymun devrimini başlatan Caesar arasında isimleri dışındaki en büyük benzerlik, her iki karakterin de içinden çıktıkları toplumu dönüştüren liderler olması. Iulius Caesar yaptıklarıyla bir ilk değildi. Roma aristokrasisinin devlet işlerinde gözettiği “işbirliği” ilkesi, MÖ 2. yüzyıldaki krizler sırasında erozyona uğramış ve bundan sonra iktidar dönüşümlü kullanılmaktan ve az çok dengeli paylaşılmaktan çıkarak Marius, Cinna, Sulla, Pompeius ve nihayetinde Caesar gibilerinin kişisel hırs ve çıkarlarına hizmet eden bir araç hâline gelmişti. Eski aristokratik gelenekler bir bir yıkılmış, söz konusu kişiler ordularını arkalarına alarak ya da kendi aralarında yaptıkları antlaşmalarla senatoyu saf dışı bırakarak Roma’da egemenliği ele geçirmişlerdir. Bu anlamda Caesar Gracchus’lar sonrası ortaya çıkan bu yeni siyasi anlayışın son temsilciydi. Burada Caesar biyografisi ve Geç Cumhuriyet tarihine dalacak değilim, ancak Caesar’ın eleştirilebilecek kararları ve eylemleri olmasına karşın, Roma’nın istikrarlı bir yönetime kavuşmasına yönelik düzenlemeler için uğraştığını inkâr edemeyiz. MÖ 70’lerde Caesar kendisini Sulla dönemi otoriterliği ve yozlaşmasının karşısında göstermek için her yolu denemişti. Ancak mesela, Crassus’a olan muazzam borcunu ödeyebilmesi, İspanya valiliğinde elde ettiği ganimetler sayesinde olabilmişti. Konsüllüğü ise tek başına elde edemeyeceği için, Birinci Triumvirlik’in kurulmasına önayak olarak Pompeius ve Crassus’un nüfuzundan yararlandı. MÖ 58’de kendisi için Gallia valiliğini ayarlayan Caesar, kısmen provoke ettiği savaşlardan kaynaklanan ciddi servetini rakibi Pompeius’un nüfuzunu kırmak için kullandı. MÖ 45’te senato tarafından hem konsül hem de diktatör seçilerek Roma’da tek adam oldu. Yine de bu tarihten öldürülmesine kadar geçen kısa sürede yaptığı bazı reformlar, aslında devletin ihtiyaçları üzerine gerçekten kafa yoran nadir Geç Cumhuriyet aristokratlarından olduğunu gösterir: haklarını kaybetmiş Romalıları denizaşırı bölgelerde yerleştirmek, geniş çaplı verilen Roma vatandaşlığı, vergi sisteminin daha adil hâle getirilmesi gibi. Umudunu yitirmiş Cicero bile Caesar’la birlikte Roma’ya uyum ve istikrarın geleceğini düşünüyordu (Shotter 1994: 78-79). Her ne kadar yöntemlerinde sorgulanabilecek birçok şey bulunsa da devlet adamlığının hakkını vermemiz gerekiyor. Bu açıdan Iulius Caesar’ın uzun bir iç savaşlar dönemini sona erdirerek Roma halkına özlediği barış ve istikrar ortamını getirmesiyle maymun Caesar’ın hemcinslerini esaretten kurtaran bir lider olması belki birlikte okunabilir. Ömür boyu diktatörlük (aslında yanlış bir tanım, zira bu mevki kendisine resmi olarak ömür boyu verilmemiştir; sadece bitiş süresi resmen belirtilmemişti ve Cumhuriyet geleneğine göre her zaman memuriyetiyle ilgili hesap vermeye çağrılabilirdi) alan Iulius Caesar’ı bu anlamda, görünüşe göre Battle for the Planet of the Apes’te maymun toplumunu tek adam olarak yöneten Caesar’la karşılaştırabiliriz. Ancak filmde Caesar daha da ileri giderek kendisinin kanun olduğu da söyler. En azından Iulius Caesar kendisini krallığa meyletmekle suçlayanlara “kral değil, sadece Caesar’ım cevabını vermişti.

Toplumsal Sınıflar ve Irkçılık

Maymun toplumundaki katı hiyerarşi ilk filmde diyaloga ilk kez Taylor’ın laboratuvarda incelenmesi sırasında dökülür: Burada çalışan Dr. Galen laboratuvarda veterinerden başka bir şey olmadığını söyleyerek şikâyet eder. Anlaşılan, terfi alabilmek için Zira’dan Dr. Zaius’la görüşmesini istemiştir. Zira konuştuğunu söyler, ancak Galen’e “şempanzeleri nasıl küçük gördüğünü biliyorsun” diye cevap vererek Zaius’un buna sıcak bakmadığını belirtir. Buna karşılık Galen Zira’ya onun kontenjan alabildiğini, kendisinin alamamasını anlamadığını söyleyerek itiraz eder. Bir hayvan psikoloğu olan Zira ise Zaius’un çalışmasının değerini bildiğini söyleyerek cevap verir.

Toplumsal görevlerin maymun türlerine göre ayrılmasına ilaveten ve bu ayrım ayrıca maymunların kıyafetlerinin rengiyle belli edilir: Turuncu kıyafetli orangutanlar idareci, yeşil giyen şempanzeler bilim insanları ve deri ceketleri altına mor tünikli goriller ordu mensupları (Romalı generaller zafer alaylarında erguvan giyiyorlardı). Roma’da da giysi renkleri tıpkı maymun toplumunda olduğu gibi sosyal statü nişanıydı: Erguvan imparator ve çevresine, sarı kadınlara ve özellikle evlenmemiş kızlara, kırmızı pelerin asker ve subaylara, erguvan şeritli beyaz togalar senatörlerle rahiplere (mesela Ianus rahipleri) vs. özgüydü. İmparatorluk döneminden itibaren sınıflara göre ayrılan koltuklara oturan kendi statüsüne uygun renkte kıyafete sahip izleyicilerin tiyatro ya da arenalarda sunduğu manzara, Roma toplumundaki hiyerarşinin renk ve uzam üzerinden bir yansımasını sunmaktaydı. Benzer bir manzara ilk filmdeki maymun meclisi sahnesinde de görülebilir. Meclisin mimari olarak bir Yunan tiyatrosu ya da yürütme işlerine ayrılmış bir bouleuterionu andırmasına ilaveten, orangutan, şempanze ve gorillerin renk kodlu kıyafetleri içinde kendilerine ayrılan yerlerde oturmaları, Roma uygulamasını çağrıştırıyor.

Maymun toplumunun hiyerarşisi şüphesiz akla hemen Platon’un katı bir sınıf organizasyonuna sahip ideal devletini akla getirir. Şunu belirtmemiz gerekir ki ideal devlet bir ütopya tasarımı değildir; Platon gerçekleştirilmesi zor ama imkânsız olmayan en iyi insan toplumunu tasarlar (Morrison 2007: 232) ve maymun toplumu da zorun gerçeklebildiğinin bir kanıtıdır. Karl Popper Açık Toplum ve Düşmanları’nın ilk bölümünü totaliter bir rejim olarak tanımladığı Platon’un ideal devletine ayırmıştır. Popper’a göre Platon’un amacı Herakleitos’un kaçınılmaz olarak gördüğü değişimi durdurmaktır. Devlet ideası ya da formu değişmez ve bozulmazdır. Her değişim şeylerin formlarından aldıkları payları dönüştürüp çürütür. Herakletios’a göre bütün şeyler bir akış içinde olduğuna göre, onların üzerine bir şey söylemek mümkün değildir. Onlar hakkında gerçek bir bilgimiz olamaz; olsa olsa aldatıcı kanılar geliştirebiliriz. Platon saf ve kusursuz devlet ideasının elde edilemeyeceğini düşündüğünden, bu ideaya mantıken yakın olması gereken zamanın en kadim ve en muhafazakâr toplumu Sparta’yı ideal devletine örnek almıştı. İlk filmde maymunların asıl korkusu da Taylor’ın varlığı ve Yasak Bölge’deki arkeolojik kanıtlar yüzünden toplumda yaşanacak kaçınılmaz değişikliklerdir. Platon’un devleti içinde “adalet” tanımı bizimkinden farklıdır. Platon’un adaleti kişinin “kendi işine bakması”dır. Bir kimsenin görevine uygun olması ve bu görevini koruması erdemlidir. Bununla birlikte Platon yönetici sınıfların diğerlerini sömürdüğü bir devlet kurma amacında değildi. Filozof istikrarı hedefliyordu ve mesela muhafız sınıfının istikrarlı ve güvenli bir yaşamla yetinmeyip hırslarına yenik düşmeleri bir tehditti. Kast sistemindeki herhangi bir gevşeme devletin yıkımına yol açacaktı.

Maymun toplumu sınıfsal özellikleri açısından bir yandan da Georges Dumezil’in Hint-Avrupa toplumlarının temelini oluşturan üç işlevli toplum tasavvuruyla birlikte ele alınabilir. Buna göre hükümdarlar, rahipler ve hukukla ilgilenenlerin dâhil olduğu yönetici; cesaret, kahramanlık da dâhil olmak üzere her türlü fiziksel gücü temsil eden kişilerden müteşekkil savaşçı; çobanlar, çiftçiler gibi üretim ve geçim sağlayıcı üretici sınıfları ya da işlevleri söz konusudur. Dumezil’in her üç işlevi de yukarıda belirttiğim üzere maymun toplumunun üç sınıfında açık karşılığını bulur (Zira ve Galen hekim olarak üretici üçüncü sınıfa “şifa üretmeleri” nedeniyle girerler). Özetle maymun toplumu Proto Hint-Avrupalı toplumların 1) hükümdarlık (orangutan); 2) fiziksel güç ve cesaret (goril); 3) üretim ve refah (şempanze) ideolojilerine göre sınıflara ayrılmışlardır. Dumezil Romalıların da mitolojik ve toplumsal yapılarını erken Proto-Hint-Avrupa toplumlarından aldığına inanıyordu. Buna göre Roma krallarından Romulus ve Numa  hükümdar işlevini, Ancus Marcius ise ikinci ve üçüncü işlevleri temsil etmekteydi. Erken Roma tanrıları da bu işlevlere uygun bir karaktere sahipti: Iuppiter, Iuno ve Minerva’dan müteşekkil yeni Capitolium üçlüsü Dumezil’in modeline uymamaktaydı, ancak eski Capitolium üçlüsünü meydana getiren Iuppiter, Mars ve Quirinus uyuşuyordu. Dumezil’in savları Roma dini üzerine yeni tartışmalar açması açısından hayli faydalı olmuştur, ancak Roma Cumhuriyeti’ndeki sosyal yapının bu üç işlevle uyuşmadığını da belirtmek gerekir. Örneğin profesyonel askerliğe geçene kadar Roma ordusu çiftçi-savaşçılardan meydana geliyordu (Beard et al. 1998: 14-15). Dolayısıyla, her ne kadar günümüzde Dumezil’in fikirleri en azından yukarıdaki konularda geçerliliğini büyük ölçüde yitirmişse de filmin bağlamında maymun toplumunu Roma toplumuyla ilişkilendirdiği açık.

Son olarak Roma toplumunun maymun toplumu gibi ırkçı olup olmadığına bakalım. Gerçi maymunlar filmde insanları bir etnik topluluk değil, akıldan yoksun konuşamayan hayvanlar gibi görüyor. Yine de maymunların kendi aralarındaki cinslere bağlı katı hiyerarşiyi de hesaba katarak belki birkaç söz söyleyebilirim. Öncelikle ırk ve etnisiteyle ilgili Roma kaynaklarının aristokratik sınıfın görüşlerini yansıttığını akıldan çıkarmamamız gerekir. Buna rağmen Roma’nın yarı efsanevi krallık döneminde bile senatonun çok etnisiteli bir yapısı vardı. İmparator Claudius Gallia Comata’daki yerel seçkinlerin senatoya girmesini savunan 47 ya da 48 tarihli konuşmasında (Tact. Ann. 11.23-24; ayrıca Lugdunum’da konuşmanın tunç bir levhaya işlenmiş bir kopyası bulunmuştur [CIL 13. 1688]) Roma krallarının ne kadar farklı kökenlere sahip olduğunu örnek gösterir. Romulus’un ilk “senatosu”nda farklı kökenlerden üyelerin bulunduğu aktarılır (Liv. 1.8.7; Plut. Rom. 13.1-2). Cicero Cato’dan bahsederken doğum yeri itibarıyla Tusculum, kanuna göre ise Romalı olduğunu belirterek municipia sakinlerinin aslında iki anavatana sahip olduklarını söyler. MS 3. yüzyıla gelindiğindeyse, senatoda İtalya dışından senatörlerin sayısı, İtalya doğumluları aşmıştı. Bununla birlikte soy ve etnik kökenler Roma aristokrasisinde belirli bir etkiye sahipti; Prestij ve nüfuz göstergesi olarak kabul ediliyorlardı. (Lee-Stecum 2014: 464 vd.). Her halükârda, Roma tıpkı Yunan gibi kendisini kültürel anlamda karşıtlarına, yani “barbarlara” göre tanımladığından belirli önyargılara ve ırkçı görüşlere rastlamak mümkündür. Coğrafi determinizm ve fiziksel özellikler bireyin zihinsel ve ruhsal özelliklerinin sebepleri olarak algılanıyordu. Bununla birlikte etnik kimlik İtalya kavimlerinin Romalılarla ilişkilerinde olduğu gibi müzakereye bağlı olabiliyordu. Örneğin Orta Apenin kavimleri zaman içinde Roma kaynaklarında güvenilmez vahşilerden nihayetinde eski usul erdemin temsilcilerine dönüşmüşlerdir. Genele bakıldığında etnisitenin Roma’da sabit olmayan esnek tanımlara göre şekillenen bir söylem olduğu söylenebilir (McInerney 2014: 13). Bunlara ilaveten, elbette MS 212’te Roma sınırları içinde yaşayan herkese vatandaşlık hakkı tanındığını, idari ve askeri mevkiler etnik kökenlerinin farklılığına rağmen Roma vatandaşlarına açık olduğunu ve Septimius Severus ya da Elagabalus gibi sırasıyla Afrika ve Suriye kökenli imparatorların tahta geçebildiklerini akıldan çıkarmamamız gerekir. Bu açıdan maymun toplumunun ırkçılık ve dikey sosyal hareketlik konularında Roma’dan daha katı olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Kaynakça

Farrell, J. –  Putnam, M.C.J. (ed.), A Companion to Vergil’s Aeneid and Its Tradition , Wiley-Blackwell, Londra, 2010 .

Beard, M.,  et al., Religions of Rome I. A History, Cambridge University Press, Cambridge, 1998.

Cooper, K., “Gender and the Fall of Rome”, A Companion to Late Antiquity, ed.: P. Rousseau, Wiley-Blackwell, Londra, 2009, 187-200.

Isaac, B., The Invention of Racism in Classical Antiquity, Princeton University Press, Princeton, 2006.

Lee-Stecum, P., “Roman Elite Ethnicity”, A Companion to Ethnicity in the Ancient Mediterrenean, ed.: J. McInerney, Wiley-Blackwell, Londra, 2014, 455-70.

McInerney, J., “Ethnicity: An Introduction”, A Companion to Ethnicity in the Ancient Mediterranean, ed.: J. McInerney, Wiley-Blackwell, Londra, 2014, 1-17.

Popper, K.R., Açık Toplum ve Düşmanları, Liberte, Ankara, 2014.

Shotter, D., The Fall of the Roman Republic, Routledge, Londra, 2014.

Ferrari, G.R.F. (ed.), The Cambridge Companion to Plato’s Republic, Cambridge University Press, Cambridge, 2007.